26 Aralık 2014 Cuma

yine yazı bekleriz.

ve yılın ilk karı yağdı. bembeyaz oldu her yer. tertemiz. sanki hiç pislik yokmuş gibi, her yer beyaz, her yer huzurmuş gibi. ağır ağır yağıyor hala. kar sevmeyen ben bile hayran hayran takip ediyorum yere düşen her bir kar tanesini. yüzlercesi yağıyor. hiç durmayacak gibi. sanki kar altında kalacakmışız da biz de tertemiz çıkacakmışız gibi yeryüzüne. mikroplardan arınacak, daha temiz nefes alıp verecekmişiz gibi. belki de boğuluruz. ne bileyim işte donarız. bembeyaz oluruz. güzelmişiz gibi. huzurmuşuz gibi.

durmadan yağ. kır geç her bir yeri. yolları kapa. çıkamayalım evlerden. temizlenelim artık. ölsün şu mikroplar. ört her yeri. durma.

neyse. biz.

yine yazı bekleriz. 

24 Aralık 2014 Çarşamba

Karlar Kraliçesi

pek sevdiğim bir arkadaşım var. sağolsun çok tatlış bir kitap hediye etti. aslında hediye değil ama çok bekler kitabı geri. kitabın içeriğinden falan bahsetmeyeceğim. sırf burası boş kalmasın diye yazdım bi' de kitabı çaldığımı arkadaş bilsin diye.

 lütfen tüm masalları sevin, minik çocuklara anlatın. ufak bir bölümü aktarıyorum;

''Karlar Kraliçesi, işi gücü hainlik ve fesatlık olan Laponyalı bir cadıymış. Sözü geçen pis karı öyle bir ayna yaptırmış ki, bu aynaya yansıyan tüm görüntüler güzelliklerini yitirir, iğrenç ve kötücül şeylere dönüşürmüş; dünyayı bir kez oradan görenler anında taş kalpli, berbat insanlar oluverirlermiş. 

Karlar Kraliçesi’nin çömezleri, dalgayı yer yüzünün her köşesine götürüp milletin suratına tutarlarmış. Kraliçe de bundan sapıkça bir zevk alırmış. Fakat uçarak seyahat ettiklerini çıkarsadığım bu geri zekâlı çömezler bir gün aynayı ellerinden düşürüp kırmışlar. Gelin görün ki, bu kaza hiç de insanlığın hayrına sonuç vermemiş. Tuzla buz olan aynanın tozları kuzey rüzgârlarıyla dünyanın dört bir tarafına dağılıp, onun bunun gözüne girmiş; ortalık bok heriflerden geçilmez hâle gelmiş. 

Kay adlı oğlan ile Gerda adlı kız, birbirine bitişik iki evin tavanarasında oturan iki ailenin sevimli çocuklarıymış ve birbirlerine bayılırlarmış. Karşılıklı odalarının pencere kenarında birer sandık dururmuş. Her iki sandığın içinde de aşklarının simgesi olan bir gül fidanı bulunurmuş. Bu ikisi yaz aylarında sürekli birlikte takılır, çayırlarda hoplayıp zıplar, çoğunlukla da birbirlerinin evlerine girip, pis günahları boynuna, herhalde bir takım haltlar karıştırırlarmış.

 Ne var ki kışın ana babaları onları sokağa bırakmadıkları için buluşup oynayamazlarmış. Üstelik pencerelerini kaplayan buz, birbirlerini görmelerini bile engellermiş. Ama onlar pes etmez, bir demir parayı şöminede ısıtıp cama dayarlarmış. Camın üzerinde oluşan küçücük deliğe gözlerini dayayıp birbirlerine bakarlarmış. O kadar saplantılılarmış yani. Ha bir de Gerda’nın durup durup söylediği bir şarkı varmış: ‘Güller açıp solacak / Gök meleklerle dolacak’. 

Tahmin edebileceğiniz gibi bir gün Kay’ın gözüne o aynanın zerrelerden biri kaçmış ve o sevgi dolu sünepe çocuk yerini soğuk, ukala bir seks manyağına bırakmış. Kısa süre sonra da basıp Karlar Kraliçesi’nin Laponya’daki sarayına gitmiş. Gerda da herhalde kendisiyle evlenecek başka bir salak bulamayacağından korktuğu için onun peşine düşmüş. Yol boyunca ne badireler atlatmış, ne insanlarla karşılaşmış. Hırsızlar, uğursuzlar, konuşan kargalar, lezbiyen büyücüler… 

Doğrusu bunlardan birinin hikâyesi bana dokundu azıcık. Onu anlatmadan geçemeyeceğim. Gerda oradan oraya sürüklenirken, meyve ağaçları ve her türden çiçeklerle dolu harika bir bahçesi olan evin kapısını çalmış. Ev sahibesi, iyi yürekli, yaşlı bir büyücüymüş. Kadın, hikâyesini dinledikten sonra Gerda’yı evine almış. Ona süper bir oda tahsis etmiş, karnını en güzel yiyeceklerle doyurmuş, saçlarını altın taraklarla taramış vesaire. Meğerim o da ne zamandır bir kızı olsun istermiş. Bu yüzden bağlanıvermiş Gerda’ya. Zaten homini gırtlak olan bir kız olan Gerda, ekmek elden su gölden yaşayıp giderken biraz da kadının büyülerinin etkisiyle nereden gelip nereye gittiğini unutuvermiş. 

Fakat büyücü kadın Gerda’nın o angut Kay için kendisini terk etmesinden hâlâ çok korkarmış. Gerda bahçede gezerken Kay ile aşklarının sembolü olan gülleri görüp de herşeyi hatırlayıvermesin diye bir gece gidip o güzelim bahçesindeki güllerin hepsini tek tek ezmiş. Ne var ki Gerda Yaşlı büyücünün üzerindeki bir gül işlemesini görmüş ve hafızası yerine gelmiş. Nankör, kadıncağıza yaptıkları için teşekkür bile etmeden ağlaya zırlaya oradan kaçmış. 

Bu arada Kay, Laponya’da gününü gün etmekteymiş. Karlar Kraliçesi, artık bunda ne bulduysa, bir dediğini iki etmiyormuş. Kay, otuzbir çekmekten artan vaktinin büyük bölümünde buzdan heykeller falan yapıyormuş. Gerda, Karlar Kraliçesinin ‘evde’ olmadığı bir gün pat diye çıkagelmiş. Haliyle, Kay’ın fena tadı kaçmış. Ne ki, kız oralı değilmiş. Kay’a sarılmalar, yavşamalar falan; yalakalığın bini bir para. Kay da bakmış kızın laftan anladığı yok, Allah yarattı dememiş, vermiş buna sopayı. Yer misin, yemez misin gibilerinden. Fakat karıda numara çok. Dehal başlamış, ‘Güller açıp solacak / Gök meleklerle dolacak,’ diye şakımaya. 

Bu şarkıyı duyan Kay’ın gözlerinden bir damla yaş süzülmüş. İşte o anda gözüne kaçan cam parçacığı da çıkıp gitmiş. O zaman dünyayı yine eskisi gibi görmüş, Gerda’yı ne kadar sevdiğini hatırlayıvermiş falan fıstık. İkisi birlikte, yaşadıkları onca maceradan sonra bile, dirhem olgunlaşmamış çocuklar olarak evlerine, ninelerinin dizlerinin dibine dönmüşler...''

 Alper CANIGÜZ- Oğullar ve Rencide Ruhlar

23 Aralık 2014 Salı

varoluşum yokuşu.

son zamanlarda dinlediğim en güzel sözlere sahip olan şarkı 'varoluşum yokuşu'. karanlık ve soğuk günlerin getirdiği tembellik, hayat şartlarının vermiş olduğu yorgunluk falan derken adeta bir terapi şarkısı gibi imdadıma koştu 'son feci bisiklet' adlı grup bu eserle.

özetle;
sen hiç kutsal olan her şeye sövdün mü? en-el hak deyip de döndün mü, hep aynı yere?



bir anlamı olsaydı hayat dediğin bu şeyin 
saklardım anlayanları yasaklardım yasaklardım
sen beni doğmadan evvel görseydin eğer
bir evrendim kişi başına bir galaksi bir gezegendim 
ben sendim 

oyna seni bir umut sadece senle
ve sen nasıl yalnız olduğunu bir bilsen
savaş istersen sonunu beklerken
özgürlüğe mahkum
var oluşun yokuşu

yazılmamış oyunum
sen hiç kutsal olan 
her şeye sövdün mü 
en-el hak deyip de döndün mü 
hep aynı yere 

sincap demiş ki üzülme dünyalıların sonuna
düşünme
hiç bir şey ölmez
düşünen bilemez
bu düzlemde görüşmek üzere

oyna seyirciyi unut sadece senle
sen nasıl yalnız olduğunu bir bilsen
savaş istersen sonunu beklerken
özgürlüğe mahkum var oluşum yokuşu
yazılmamış oyunum

oyna oyna



28 Kasım 2014 Cuma

*INTERSTELLAR*



Bir yıldır Interstellar filmini bekliyordum. Beklentiye girmiştim. Konusu beni alakadar ediyordu az buz. Garip bir çocukluğum vardı. Aklımın almadığı onlu yaşlarımın başında Bilim ve Teknik dergisini çok okurdum. İçinde bilmediğim bir çok terimler geçiyordu. Astrofizik, kuantum mekaniği, nanoteknoloji, laboratuvarlar, enstitüler vesaire.. Bunlar neydi? Neden vardılar ki? Bunların karmaşıklığını daha çözememişken üniversite tercihimi alakasız bir mühendislik dalında kullanmam ve okulumun sonuna yaklaşırken bilimle alakalı bir şeylere dahil olmanın, malzemenin derinliklerine dalmanın güzelliğini yeni yaşıyorum. Daha bugün malzeme laboratuvarında minicik bir parça ürettik, ne olduğunu boşverin. Masamın ucunda duruyor şu an, bana bakıyor.

Christopher Nolan en çok sevdiğim daha doğrusu senarist bakımından belki de en etkilendiğim adamdır. Memento, The Prestige, Inception ve yetmez gibi çocukluğumuzun karakterlerinden Batman'i bize kavuşturan adam.
Filmi beklerken güzel olup olmaması umurumda değildi, kurgusunun farklı olacağını biliyordum. Bu filmin kurgusu çok eskiye dayanıyor gerçi. Başta Steven Spielberg'ün ellerine emanetti oda güzel şeyler çıkarırdı elbet ama Nolan kardeşlerin daha farklı olacağı aşikardı.
Ben bu film üzerine analiz yapmak yahut spoiler vermek istemiyorum. İçinde bir ton mantık hatası, kopukluklar mağlumunuz zaten ama adı üstünde 'bilim kurgu' filmi. İçinde belli gerçeklik olma hayali ise beni mutlu ediyor.
Bu film uzay temasından ibaret değil. Evlat, baba, mesleğini bırakıp hayatın zorluğuna düşen insanlar, dünyanın sona doğru yaklaşması ve gideceğini kabullenmemek, geleceğinin belirsizliğinin verdiği acıyı gösteriyor. Duygusal yönden beni etkiledi kesinlikle. Düşünmeme sevk etti.
Filmin müziklerini -artık tek tabanca kanka oldular zaten- Hans Zimmer yaptı. Fimden sonra anlamsızca  saatlerce soundtracklerini dinledim filmin. İçinde ne söz var ne
de bir mesaj. Mesajı film verdi zaten üzerine sözü ekleyip yürümek size kalmış dostlarım.

Bir sonra ki beklediğim film konusu ve oyunculuğunun performansını deli gibi merak ettiğim The Imitation Game. Bakalım, onun gelmesine daha var. Şubat'ı bekleyelim. Kış geçsin, karlar yağsın hele bir.

I only know what I know..

Bugün yarım saatimi yeni tanıştığım birisine aslında ‘normal’i bizim belirlediğimizi buna bağlı olarak zorla haklılığını direttiği şeyin çok saçma olduğunu anlatmaya çalıştım. Ayrıca beni aşan, imkânsız şeyler isteyen insanlara bağırdım. Öte yandan, doğum günümü bir kutlu doğum haftasına benzer şekilde bir hafta kutlamama rağmen aslında geçen yaşımda kaldığımı fark ettim. Yeni yaşımı dün öğrendim.

Sizi bilmem arkadaşlar ben çok yoruldum. Yürürken bir gün pat diye düşüp bayılacakmışım gibi. İnsan kıyaslamalarından da bıktım. ‘Bana ne diğer insanlardan?’ diyorum, ‘bencilsin!’ diyolar. ‘Bırakın yahu!’ diyorum. Olabilir. Ne yapalım? Ağlayalım mı?


Amaaan neyse canım! Diyor, güzel bir şarkı koyuyorum aşağılara. Rica edeceğim tıklayınız. Çünkü bu şarkının yeri ve önemi anlatılamaz benim için. Geleceği merak ediyorum her dinleyişimde. Yeni bir hayatın başlangıç haberini bu şarkıyı dinlerken aldım ve o zamandan beridir düşünüyorum. Daha ziyade O’nun hayatını düşünüyorum. Tam bir heyecan! Bi’ de ŞARKI ÇOK GÜZEL TAMAM MI? olmadı albüm hakkında da konuşuruz sonra. bye. 


25 Kasım 2014 Salı

Kimse İran Kedilerinden Bahsetmiyor

Kendimi son dönemde bir Fars kültürü asimilasyonu altında hissettiğim zamanlardayım. Bunda Kürdolojinin etkisi yadsınamaz tabii. Gittim seçmeli ders olarak Farsça aldım, o tarz çılgınlıklar falan. İran yapımı filmlere kısaca Allah verdikçe veriyor diyebiliriz!
Şimdi gelelim bu postun konusuna: Farsça underground müzik. Ben de her bu kültüre merak salan biri gibi, Farsça müzikle daha önceden Mohsen Namjoo ile tanışmıştım. Allah -varsa- razı olsun kendisinden. Setarla, erbaneyle, klasik kemençeyle, gırtlak sesiyle harman ne güzel şarkılar çıkıyor dünyada. Şükür. Shirin Shirinam diye şarkı söylerken bir de baktım, politik duruşu ve sanatıyla harikalar yaratan İranlı Kürt sanatçısı Bahman Ghobadi'nin Kimse İran Kedilerinden Bahsetmiyor filmi çıktı karşıma. Çok zamandır izlemek istiyordum da bir türlü fırsat bulamamıştım. Filmlerinin çoğunda Kürt halkının sınır ve yurtsuzluk sorununu farklı senaryolarla dile getirmişti; bunun en sonuncusu Niwemang'dı benim için. Minik arkadaş grubunda Laylahen sahnesini bilmeyeni dışlıyoruz zaten. Neyse. Bu sefer underground müziğin Tehran'ından bahsetmek gerektiğini düşünmüş olacak ki, Kürt etnolojisinden uzaklaştığı tek film olan Kimse İran Kedilerinden Bahsetmiyor'u çekmiş. Zaten İran undergrounddan bahsederken Ghobadi'yi anmamak bu anlamda ayıp olur.
İran'ı kafamızda klasik ulusalcı tavırla def etmekten ziyade, gidip görüp tanımak daha yerinde olacaktır. Lakin Humeyni'nin mirası sağolsun, sanatçının sınırlılığı İran'da sanat yapmalarını engelliyor. Sınır tanımayanları ise (bu yazıda şimdiye kadar bahsettiğim Mohsen Namjoo, Bahman Ghobadi ve daha sonra bahsedeceklerim) sürgünde. Evet, aklımıza Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya geliyor. Onları unutmak mümkün değil ve dert edindikleri şeyi geç anladığımız -hatta hala anlayamadığımız- için bizi affetsinler.
Dönelim tekrar Bahman Ghobadi'ye. İran underground'unu anlamak için onun filmine göz atmanızı tavsiye ederim. Müzisyenlerin niyetleri müziklerini özgürce yapmak fakat rejimin baskısından dolayı alınan cezalar, karaborsa çözümleri ve riskler sanatçıların üstünde büyük baskıları doğuruyor. Kaçamayan Tahran sokaklarına gömülüyor.

“Filmimdeki genç kahramanları İran kedilerine benzetiyorum; özgürlükleri ellerinden alınmış, müziklerini ancak saklı gizli yapabiliyorlar.” Bahman Ghobadi


گربههای فارسی (İran Kedileri - Temsili)

Hadi minnacık bir iyilik yapıp ilmin bir de altyazılı linkini vereyim,buyrunuz.

İşte böyle vizelerin bittiği bir günden, tesadüfen bir karla çıktım. Grubumuzun ismi کیوسک (Kiosk). Daha az önce tanıştım. Blues, alternatif arası bişeyler, sözler Farsî. 2003'te kurulmuş, politik şeylerle uğraşmış bu arkadaşlar. Rejim yer mi bunları? Tabii, daha önceden farkına varıp Kuzey Amerika'ya yerleşmişler. Amerika'da müziklerini sürdürüyorlar fakat Avrupa'da turne yapıyorlar sıkça. Bu arada Kiosk, (Farsî'de Kuşk) direklerin üstüne bir minik çatının yerleştirilmesiyle birlikte oluşan mekandır. Bizdeki çardak gibi de düşünebiliriz. Bu arkadaşlarımız, İran'da müziklerini tutuklanma tehlikesine karşı kuşk'ta yaptıkları için gruplarına bu ismi vermişler.


کیوسک (Kiosk)

Kiosk'un Mohsen Namjoo ile söylediği iki eseri var, single olarak yayınlanmış ve ÇOK GÜZEL OLMUŞ. Hatta 15 Aralık'ta Mohsen Namjoo'nun Dostları diye bir etkinlik vardı, beraber çalıp söylemiş hayınlar.



Misal ben de şu an Mohsen Namjoo ile söyledikleri مرغ سحر (Morg-e Sahar) isimli parçalarını dinliyorum. O nedenle şapşal bi gülümsemeyle yazıyorum ama siz görmüyorsunuz. Eheh. Bir de ای یارم بیا (Ay Yarom Bia) var, yine Namjoo & Kiosk single'ı. Klibi Sergei Parajanov'a ait "Color of the Pomegranate" filminden, mübarek sanki Sadık Hidayet kitabı. Neyse, o filmi de inceleriz bir gün.

Albümleri:

2005: Ordinary Man (sıradan adam)
2007: Eshghe Sorat (sürrat aşkı)
2008: Global Zoo (küresel hayvanat bahçesi)
2010: Triple Distilled (üç defa damıtılmış)
2011: Natijeh e Mozakerat (müzakere neticesi)
2013: kiosk6 Parallel Establishments (kiosk6 paralel kurumlar)
2014: Zang Bezan Azhans (call a cab)

dinleyiniz, dinletiniz. haydi, خدا حافظ

neyse.

itiraf etmeliyim ki 'neyse' grubu hakkında pek bilgim yok. bu grubu bundan birkaç ay önce çok sevdiğim bir insan sayesinde tanıdım. ve o günden beri de seve seve dinliyorum. 'bizim çocuklar'ın da güzel müzik yapabileceklerinin en güzel örneklerinden biri 'neyse' grubu bence. şarkılarının her biri ayrı bir güzellik taşımakta, benim en çok dinlediklerim ise şu şekilde:

Uzak - 'eğer içtense bırak gelsin, diğer hepsini yolla gitsin. düşünme, durma' gibi sözlere sahip. sert ve karanlık bir altyapıya sahip. etrafınızda yüzlerce insanın olduğu, ve yalnız kalmak istediğiniz bir anda (özellikle Kadıköy-Beşiktaş vapurunda) çok güzel dinlenir bu şarkı.

Söz - 'söz ver düşüne yoldaş olayım. hüzn-ü halimi aleme sarayım.' sözlerine sahip enfes şarkıdır.

Aydınlık - yukarıda belirttiğim iki şarkıdan daha farklı. hem söz olarak, hem müzik olarak. 'keza eksik ömürlerden kesilmiş adalet yetişmez.'

Hokkabaz - grubun en hareketli şarkısı. 'çamur ve çirkef bu düzene kalsa dünyanın çivisi çıkar, içim yanar. alemdeki o tek bilene sorsam, sarılsam belki esneyip bağdaş kurar. böylesi tantanayla olsa olsa bu meczup bir takar, iki takar, kibrit çakar.' 

Kırık - şimdiye kadar paylaştığım şarkılar daha çok sözleriyle ön plana çıkıyordu, bu şarkı ise melodi olarak, ses olarak, yani akustik olarak daha ağır basıyor bence.



dinleyin ki kafanız dönsün.
dinleyin ki dünya dönsün.
dön be dünya, işin ne?



21 Kasım 2014 Cuma

Naber? gelmedi senden bi' haber,meraak et-tim.

Uzun zamandır ilk kez bu kadar dingin bir akşam geçirmenin mutluluğu üzerimde. Akşam üzerinden beri okuduğum kitabın dili üzerime yapışıp kendimi 1940'larda yaşıyormuş gibi hissetsem de beynimin arka tarafında sürekli Hande Yener- Naber? çalıyor.
Kamu spotu gibi ortalıkta 'içmeyin oğlum ya' diye gezinirken derdimi insanlara anlatıyorum. İstisnasız her insanın bana geri dönüşü 'biraz daha bencil ol.' oldu. Zamanında kendimi ifade edemeyip çok bencil damgası yediğim olmuştu ama yok ya, güzel değil. İnsanlar nasıl yorulmuşsa artık hepsi de aynı şeyi söyledi. Şimdi size insanların neden böyle olduğunu açıklamaya çalışmayacağım. Zaten kafa da yormadım. Olur öyle. Umarım bunlar hep havadandır..

24 Ekim 2014 Cuma

aşk lazım.

varsa eğer 'aşk' dedikleri, ben de bir kez olduğuna inananlardanım. koskoca bir hayatta bir kerecik aşık olabilir insan.

aşktan ölelim be. çok sevelim.


aşk lazım. sevmeye yürek lazım. günlerce gülmek lazım. elinden tutmak lazım.

aşık mı? ben mi?

çok şükür. çok çok.

sarhoş olacak kadar. hatta belki de olmuş gibi.

denizler boyunca uzanan kumlarda yatmak lazım.

iyi geceler.

28 Eylül 2014 Pazar

'gizli depresyon' diye bir şey var mı bilmiyorum ama, bence şu anki durumumun özeti budur.

hani intiharı düşünmezsiniz ama hayatta olmak da bir şey ifade etmiyordur ya. lanet olsun o duruma işte.

27 Eylül 2014 Cumartesi

ölümü dinlemek.

'yıllardır dinlemekten bıkmadığım bir şarkı var' demiş met. arkadaşımız bundan bir önceki yazıda. bir Thom Yorke şarkısı da benden gelsin o zaman. radiohead dinleyen, dinlemeyen herkes bilir bu şarkıyı. radiohead'in 'ne olduğunu' bilmeyenler bile bilir hatta. radiohead'i seven de bilir sevmeyen de bilir. bu grubun az bilinen, kıyıda köşede kalmış şarkılarından birini seçip 'bu şarkıyı çok kişi bilmez, bilmesin de zaten, bize kalsın, sadece biz dinleyelim'cilik yapmaycağım. herkesin bildiği bu şarkıyı kendimce daha farklı sahipleniyorum zaten. o yüzden mainstream olması, hatta radioheadseverler tarafından bile eleştirilmesiyle ilgilenmiyorum. çünkü bu şarkı dünyaya bırakılmış olan en güzel şeylerden biri.

'street spirit'ten bahsediyorum evet. her dinlediğimde-istisnasız her dinlediğimde-ölüyorum. bile bile ölüyorum. her dinlemeye karar verdiğimde kendimi öldüreceğimin farkında olduğum halde dinliyorum. sebebi yok. ya da var bilmiyorum. sadece hissediyorum. iyi veya kötü. hissediyorum. ve hissetmek beni mutlu ediyor.

Yorke bu şarkı için bir röportajında şöyle diyor:


“‘Street Spirit’ is our purest song, but I didn’t write it…. It wrote itself. We were just its messengers… Its biological catylysts. It’s core is a complete mystery to me… and (pause) you know, I wouldn’t ever try to write something that hopeless… All of our saddest songs have somewhere in them at least a glimmer of resolve… ‘Street Spirit’ has no resolve… It is the dark tunnel without the light at the end. It represents all tragic emotion that is so hurtful that the sound of that melody is its only definition. We all have a way of dealing with that song… It’s called detachment… Especially me.. I detach my emotional radar from that song, or I couldn’t play it… I’d crack. I’d break down on stage.. that’s why its lyrics are just a bunch of mini-stories or visual images as opposed to a cohesive explanation of its meaning… I used images set to the music that I thought would convey the emotional entirety of the lyric and music working together… That’s what’s meant by ‘all these things are one to swallow whole’.. I meant the emotional entirety, because I didn’t have it in me to articulate the emotion… (pause) I’d crack…. Our fans are braver than I to let that song penetrate them, or maybe they don’t realize what they’re listening to.. They don’t realize that ‘Street Spirit’ is about staring the fucking devil right in the eyes… and knowing, no matter what the hell you do, he’ll get the last laugh…and it’s real…and true. The devil really will get the last laugh in all cases without exception, and if I let myself think about that to long, I’d crack. I can’t believe we have fans that can deal emotionally with that song… That’s why I’m convinced that they don’t know what it’s about. It’s why we play it towards the end of our sets. It drains me, and it shakes me, and hurts like hell everytime I play it, looking out at thousands of people cheering and smiling, oblivious to the tragedy of it’s meaning, like when you’re going to have your dog put down and it’s wagging it’s tail on the way there. That’s what they all look like, and it breaks my heart. I wish that song hadn’t picked us as its catalysts, and so I don’t claim it. It asks too much. (very long pause). I didn’t write that song.” 

ve Thom, sana bir konuda katılmıyorum. şarkının sonundaki 'immerse your soul in love' cümlesi şarkının havasını öyle bir değiştiriyor ki, her defasında tebessüm ediyorum. çünkü bu lanet olası hayatlarımız aslında o son cümleye bağlı. yani dostum, bu şarkı o son cümlesiyle umut veriyor insana. son ana dek ölüyorsun, için acıyor, ruhun bedenini terk edecekmiş gibi dinliyorsun. ama o son cümle izin vermiyor buna.

şimdi herkes gidip sevdiklerine sarılabilir.

26 Eylül 2014 Cuma

there is no spark

Yıllardır dinlemekten bıkmadığım bir şarkı var, bir de ne zaman okumaya kalksam dayanamayıp kenara attığım bir kitap. Bu ikisi arasında bulunan tezatlık gibi zamanlarım oluyor. Oysa ikisi de gerçek şeylerden söz ediyor, neden dayanamıyorsun? Varoluşçuluğu hiçbir zaman anlama kavuşturamayacağız ya belki de bu yüzden canımı sıkıyordur.


Jean Paul Sartre - Bulantı.

''Delirmekten korktuğunu söylüyor, varoluş, varoluşta küçük mü görüyorsun, duruyor, vücut duruyor, durduğunu düşünüyor, nereden geliyor o? Ne yapıyor? Gidiyor, korkuyor, çok korkuyor, ahlaksız, istek bir sis gibi, istek, tiksinti, varolmaktan tiksindiğini söyledi. Tiksiniyor mu? Varolmaktan tiksinmekten yorgun.''


Bakın birde böyle bir şey varmış. Her ne kadar hayatının yalnız olmadığını ve güzel ritimde devam etsen de bazen darbeler olur ya, hiç ummazsın hani. Başarısızlığını yahut sevgilinden ayrılmanı kastetmiyoruz burada onu geçelim önce. Bunu anlatması zor, anlaması ise hisli. O zaman anlayanlara gelsin. Uzun konuşmayı sevmiyorum. Dinlemeyi tercih edenlere selam olsun. Bugün çok dalgınım dostlar anlayacağınız. Heidinin evreni nerede ki? Nerden geldim lan  ben buraya?


A self-fulfilling prophecy of endless possibility
In rolling reams across a screen
In algebra, in algebra
The fences that you cannot climb

The sentences that do not rhyme
In all that you can ever change
I'm the one you're looking for

It gets you down
It gets you down

There's no spark
You've no light in the dark

It gets you down
It gets you down
You traveled far
What have you found
That there's no time
There's no time
To analyse
To think things through
To make sense

Like candles in the city, they never looked so pretty
By power cuts and blackouts
Sleeping like babies

It gets you down
It gets you down
You're just playing a part
You're just playing a part

You're playing a part
Playing a part
And there's no time
There's no time
To analyse
Analyse, analyse... Thom Yorke.


15 Eylül 2014 Pazartesi

beyaz kale.



Uyan
Önünde dalgalarla açtığın deniz
Ne ilk ne ayrı olduğun, bu gün şu an biziz
Bekliyorum gel, bekliyorum gel

Açıl
Sihirli sandığında her ne varsa ver
Şu gizli aşkı söylesem dilimde tüy biter
Özlüyorum gel, özlüyorum gel

Başkası olsa senden yana durmaz
Gel gelelim ben, her tavrına hayran
Doğruya eğri ve eğriye doğru diyorum
Ne yapsam olmuyor denenmemiş biterken
Aklım almıyor kalbinde bir yer aç
Vaktimiz az ya içimde patlıyor

Kader
Mühürlenirken alnımızda çizgiler
Beraber ufku seyreder ve belki ölmeyiz
İstiyorum gel, istiyorum gel

Başkası olsa senden yana durmaz
Gel gelelim, ben her tavrına hayran
Doğruya eğri ve eğriye doğru diyorum
Ne yapsam olmuyor denenmemiş biterken
Aklım almıyor kalbinde bir yer aç
Vaktimiz az ya içimde patlıyor.

Muhayyel olmak, mükemmel olmak

Başkası olsa senden yana durmaz
Gel gelelim, ben her tavrına hayran
Doğruya eğri ve eğriye doğru diyorum
Ne yapsam olmuyor denenmemiş biterken
Aklım almıyor kalbimde bir yer aç
Vaktimiz az ya içimde patlıyor.

Ars Longa'nın 'beyaz kale' adlı bu şarkısı için söyleyecek pek çok şey var aslında ama şarkı kendini anlatıyor zaten. Ars Longa için söyleyebileceğim şey ise aynen şu şekilde.



dinleyiniz efendim. yağmur kokusunu duyana kadar, toprağı hissedene kadar dinleyiniz.


edit: yalın ayak ayrı yazılır. tweet'i yolladıktan sonra fark ettim bu hatamı. kusura bakmayınız.

14 Eylül 2014 Pazar

çok ama.

Tam ortasindayim yolun. Ya da degilim. Bana oyle geliyo, cunku gecen hafta hep yuzyuze oldugum 3 insan icin kucuktum. Parmakla sayilacak kadardi yasim onlar icin. Yukum fazla, diyemedim,diyemem. Cunku nerden bileyim ben diger insanlar ne yasadi? Belki benden daha agir seyler yasadi. Hayir, saygisizlik olur bu. Ama yine de yetti. Cok. Bu kadar noktayi art arda kullanmaya acele edecek kadar cok. Kusana kadar cok susacagim iste. Ama en sonunda kusacagim.

13 Eylül 2014 Cumartesi

ah ya!

bulanık kafam.

en çok yazmaya ihtiyaç duyduğum anlardan biri şu an ama yazamıyorum. Oysa kafamdan milyonlarca kelimeler geçiyor. Hiçbirini toparlayamıyorum. Toparlanınca ise bir düş dünyasına çıktığımı görüyorum.Kimselere söylemediklerimi, sessiz çığlıklarımı içime gömüyorum. Beynimde yankı buluyor zaman zaman. Bu zaman,bu an evet tamda şimdi yine aynı korkunç senaryoyu yaşıyorum. İnsanın kendi beyninde sıkışıp kalması ne zavallı bir durum aslında.

4 Eylül 2014 Perşembe

eksik şarkı.



gelmiş geçmiş en güzel Türkçe şarkılardandır. bir kez dinlemek yetmez. defalarca dinlemek istersiniz. hele bir de karanlık odanızda, tek başınıza, bedenle aklın farklı yerlerde olduğu bir zaman diliminde dinlerseniz, gelin bana küfredin. çünkü çarpar arkadaşlar. fena çarpar.


'sonra bir kalp buldum, benimkini ona koydum..'

3 Eylül 2014 Çarşamba

Kadıköy-Beşiktaş vapuru.

güzeldir.
çünkü Kadıköy'deki Beşiktaş iskelesi de, Beşiktaş'taki Kadıköy iskelesi de diğer iskelelerden daha güzeldir. 
çünkü bu hattın vapurları diğer hatların vapurlarından daha güzeldir. 
çünkü vapurlar ya çeyrek geçe ya da çeyrek kala kalkar. 
çünkü anısı vardır. 
çünkü 'o' vapura binerken siz vapurun kalkmasına bir-iki dakika kala 'o'nun arkasından gitmek istersiniz. işiniz olsa da olmasa da. 

işimin olduğu bir gün, çoktan Taksim'de olmam gereken bir saatte, tam da vapurun kalkmasına saniyeler kala kendimi sorguladım. 

-Yeşim, şu an ne yapmak istiyorsun?
-Yeşim, çabuk ol, şu an ne yapmak istiyorsun?
-Şu an olman gereken yeri unut, şu an olmayı istediğin yer neresi Yeşim?
-YEŞİM, HADİ!

akbili - elim ayağım titriyordu resmen vapuru kaçıracağımı düşündüğüm için - bastıktan sonra hayatımın en kısa telefon görüşmesini gerçekleştirdim: 'Alo, nerede oturuyorsun?'

olmayı istediğim yerdeydim. vapurun üst katında. onunla. 


o günden sonra Kadıköy'de yaşayan bir Beşiktaş'lı oldum. 

şimdi ise Avusturya'da yaşayan, Kadıköy'ü düşleyen, Beşiktaş'ı özleyenim. 

ne yazık ki. 

Batı aleminin biz Ortadoğululara “teenage” olarak nakşettiği kelimeye tekabül eden zamanlarımdaydım. Sene olarak sour times, kafamda delice dönen “nobody loves me” kısmına eşlik ediyordu. Velhasıl kelam, güzel edebiyatın güzel müziğin keşfedilme dönemiydi. Böylesi vakitlerde televizyonda izlenmeye değer şeyleri bulamazken… ‘zap’… gecenin o saatinde… ‘zap’…donakaldım. Portishead, Roseland, NYC. 1998. Dream TV veriyordu. İnceden güzel bir kadın, sonradan adının Beth Gibbons olduğunu öğrendiğim kadın, sonradan sigaraya başlarken arabesk gecelerime eşlik eden kadın, sonradan ben bu satırları yazar iken kemiklerimi yumuşatan kadın Beth Gibbons, yaylıların eşliğinde “can’t anybody see?” diyordu; o kristal sesiyle, gecenin bir saati, tüm saatleri durdurarak. O an kafamdan milyonlarca parçacık geçtiği yeri yakarak kalbime taarruz etmeye başladı. Sanırım şuursuz olarak dinlediğim ilk şarkı buydu, dur düşünme, peki o yaylılar, düşünme sakın. Kendimi bıraktım. İlahi dinleyen dindar bir kadın gibi, sadece kendimi bıraktım. Tanrım, Virginia Woolf, Hazreti Meryem geri dönmüştü dünyaya, sadece üç dakikalık bir şarkıyı söyleyebilmek için. Şarkının ardından düşünmeye fırsat bulduğum bir an dedim ki, bu kadar güzel söylemesinin nedeni o eski kazağının altına giydiği acılarıydı. Ağladım. Dipnot: Bu yazıyı Portishead bileti kazanmak için yazdım ve elbette tescilli loser (Yeşim'e bakıp gehen gehen şeklinde güldü) olduğum için kazanamadım. Sizinle paylaşayım dedim. Viva la comun!

2 Eylül 2014 Salı

İstanbul.

27 ocak 2014 tarihinden beri İstanbul'dayım. ilk geldiğim zaman sokağa dahi çıkmaya cesaret edemediğim bu şehirde yaşıyorum 6 aydır. sokakları, caddeleri, bazı mekanları, sahilleri, otobüs ve metrobüs duraklarını, tabii ki vapurları, metroyu, yani kısacası birçok şeyi biliyorum artık. İstanbul'da bulunmak ile İstanbul'da yaşamak hatta belki de İstanbul'u yaşamak arasındaki farkı tattım bu 6 ayda. İstanbul'dan öncesi ve sonrası diye ayırıyorum hayatımı. her şey çok farklı. iki hayatım da birbirinden çok farklı. akademik anlamda çok az hatta belki de neredeyse hiçbir şey öğrenememiş olsam da İstanbul bana 'hayat okulu' dedikleri konuda fazlaca şey öğretti. kendime dair bilmediklerimi bile anlattı. kendimle tanıştım, yüzleştim. milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirde tek başıma, ailem olmadan yaşamayı öğrendim. yalnız kalmayı, yalnızlığı öğrendim. kalabalık olmayı, insanlarla iletişim kurmayı öğrendim. cesaret etmeyi, bazen de ne yazık ki korkmayı öğrendim. gereksiz yere düşünmemeyi, bazı şeyleri akışına bırakmayı öğrendim. büyük konuşmamak gerektiğini öğrendim. bazı konularda söz vermemek gerektiğini öğrendim. mutlu olmayı öğrendim. biber gazının etkisi nasıl en aza indirilir, polisten nasıl kaçılır, bunu öğrendim. direnmeyi öğrendim. insanları tanıdım, tanımak nedir, bunu öğrendim. hayal kurmanın kesinlikle çok güzel olduğunu, ve hayallerin (altı yedi yıllık hayallerin bile) gerçekleşebileceğini öğrendim. bazı şeylerin bittiğini sandığımız halde bitmediğini öğrendim. anıların güzel, fazla güzel şeyler olduklarını öğrendim. makarnanın aslında aşırı güzel bir yemek olduğunu öğrendim. aslolan şeyin para, lüks bir hayat, zengin bir devlette yaşamak değil de huzurlu hissettiğin yerde uyuyup uyanmak olduğunu öğrendim. simitçi amcalara 50 kuruş fazla verip para üstünü almayınca ne kadar mutlu olduklarını öğrendim. küfretmeyi öğrendim. metrobüste yer kapmayı öğrendim. polislerin yanından elimi yumruk yapıp çenemi kapayıp yürümeyi öğrendim. vazgeçmeyi, tercih yapmayı, bitirmeyi, başlatmayı öğrendim. ne kadar olgunlaştım, ne kadar daha iyi bir insan oldum bilmiyorum ama, kesinlikle büyüdüm.

iyi ki geldim sana İstanbul. iyi ki gördüm her şeyini. güzelliğini, çirkinliğini, zorluğunu, zenginliğini.

henüz gitmedim, ama emin ol geri geleceğim.

teşekkürler!

29 Ağustos 2014 Cuma

Şiir sever misin madam?

         Sözüm bitim yerini
         olay ya da konu seçmez,

         söz seçer.

         Başlangıcını da
         olduğu gibi.

Aylar sonra bir defter için uğraşırken bloğuma girmeyi akıl ediyorum. Bu bir tipik öğrenci eylemi oysa, sürekli dikkat dağılması ve dışarı yönelimler. Bende istesem ne ala güzel yazılar yazarım, ama yeteneğim bu değil. Olsa bile yazmak içimi açmak istemiyorum şu an. Bakın ben bu ara deli gibi kitap okuyorum onu diyecektim. Size klasik hatta çoğumuzun burun kıvıracağı öneriler verebilirim.
Leylim Leylim - Ahmed Arif'ten Leyla Erbil'e Mektuplar
Mutlu Prens - Oscar Wilde
Stefan Zweig - Satranç
Ve..
Şiirler için çok geç kalmış benim ruhum... Edip Cansever'in yoğun dizelerine aktardığı ebedi duygularına, Özdemir Asaf'ın ise az sözcükle çok şey aktarabildiğine, Cemal Süreya'nın kelimelerle gizemli duyuları ortaya çıkarmasına şahit oldum. Oysa ben Orhan Veli ile yetinen, gündelik sözlerle sanat yapabilen ruha sahip idim. Şimdi ise yetmediğini fark ettim. Öyle işte güzel kadın, ruhu keşfe çıkarmakta bir o kadar güzel olabilir, insanlarla falan. İnsanda şart değildir esasen: eğer kendinle olmayı biliyorsan.

11 Temmuz 2014 Cuma

aslında.

yazmak istediğim çok fazla şey var. anlatmak ve haykırmak istediğim şeyler o kadar çok ki şu an kağıda dökmeye başlasam mezuniyet tezimden sonra ancak bitiririm sanırım (tez yazmaya başlamama 1 yıl var). fakat artık eskisi gibi yazamıyorum. cümle kuramıyorum. yazdıklarıma ruh katamıyorum. çünkü katabileceğim bir ruha sahip değilmişim gibi hissediyorum. ruhsuz yaşıyorum. yaşlanmış gibi hissediyorum. çürümüş gibi.
hayatımdan sıkıldım. Avrupa'daki hayatımdan nefret ediyorum. birkaç aydır İstanbul'dayım ve burada gerçekten iyi hissediyorum. insanın iyi hissetmesi için gereken şeyler oturmuş bir düzen, iyi bir eğitim ve sağlık sistemi vs. değil yani evet. çünkü ben bunları istemiyorum. ben huzur istiyorum. bana iyi gelen insanlarla aynı şehirde yaşamayı istiyorum. ben Kadıköy-Beşiktaş vapurunu istiyorum. sabahları taze simit yemek istiyorum. otobüs şoförüne 'abicim' demek istiyorum. sokaklar cıvıl cıvıl, her yer gürültülü olsun istiyorum. yemeğimi yedikten sonra 'çay ikramımızdır efendim' cümlesini duymak istiyorum.
ben basit şeyler istiyorum aslında. basit yaşamak istiyorum.

ben artık sevdiğim insanla(rla) aynı ülkede olmayı istiyorum.
mesafenin bana kaybettirdiklerinden bıktım.

burada kalmayı istiyorum.
çok mu?

tekrardan hoşbuldum. erasmus. travis.

en son 29.07.2012'de yazmışım bu sayfaya. dile kolay, 2 yıl olmuş neredeyse. bu zaman içerisinde 'sıradan bir genç'in hayatında neler olabilecekse aynılarını ben de yaşadım. üniversiteli oldum. sevgilim oldu. ailevi sorunlar. parasızlık. depresyon. aklınıza gelebilecek her şey.

şimdi biraz eski zamanlara gidelim. biz kimdik? bizi tanıyanlar biliyor durumu, tanımayanlara da şöyle bir özet geçeyim: bu blogun yazarları ve blogun yazarı olmayan daha birçok kişi mor ve ötesi aracılığıyla tanıştılar. vakti zamanında daha hepimiz epey ufak, baya çocuk, azcık da ergen iken, mor ve ötesi fan forumuna üye olduk. o forumdan güzel arkadaşlıklar, dostluklar çıktı. farklı şehirlerden hatta ülkelerden insanlar bir araya geldi, kaynaştı. bu anlattıklarıma bir 6 yıl olmuştur en az. altı yahu!

peki, biraz şimdiye gelelim. biz kimiz?
biz hala çok iyi insanlarız bir kere. hala çok iyi arkadaşlar çok güzel dostlarız. büyüdük. baya büyüdük. kimimiz mezun oldu, kimimiz mezun olmak üzere, evlenenimiz bile var ki!

ben evlenmedim hayır. mezun da olmadım. antropoloji bölümü 2. sınıf öğrencisiyim. ve 2. yılımın ikinci dönemini erasmus vasıtasıyla İstanbul'da geçirdim. erasmus bitti ama ben hala İstanbul'dayım. çünkü Avusturya'ya geri dönmem için yeni eğitim ve öğretim yılının başlaması haricinde bir sebebim yok. ailem var tabii, ama hayatımın hiçbir döneminde ailesini çok özleyen bir insan değildim. sırf bu yüzden insan olmadığımı düşünenler var. ama ben gerçekten insanım.

gelelim travis'e. mor ve ötesi forumundan tanışan insanların müzik zevkleri bir aşağı iki yukarı üç sola dört sağa aynıdır. travis, coldplay, muse, beirut, sakin, redd vs dinleyen insanlarız hepimiz. müzik zevkimiz iyidir yani. aramızda daha önce travis'i canlı dinlemiş olan arkadaşları saymazsak birkaçımız için ilk travis konseriydi 19 Haziran İstanbul Black Box konseri. öncesiyle sonrasıyla olağanüstü güzel bir gündü. sahnenin en önünde oluşumuz (Fran'in önündeydik), Fran'e dokunma fırsatınızı yakalayışımız (aslında dokunmak değil, ellemek) hatta bir arkadaşımızın Fran'e sarılışı (Fran de sarıldı tabi), hatta ve hatta Fran'in bu arkadaştan twitter hesabında dahi bahsetmesi ve daha fazlası hayatımda asla ama asla unutmayacağım şeylerden sadece birkaçı.

bu yazıyı bundan 2 yıl önce yazıyor olsaydım konser öncesi buluşmamızdan konser sonrası otobüslere binişimize ve hatta daha sonrasına kadar en ince detayları bile belirtirdim. ama artık yazamıyorum. artık güzel cümleler kuramıyorum. o yüzden bu birkaç satırla idare etmenizi rica ediyorum sizden.

not: konseri ve İstanbul'u güzel kılan herkese teşekkür ederim. şimdilik buralardayım ama emin olun geri döndüğümde de unutmayacağım hiçbirinizi.


Merhaba.

Sanırım yıllar oldu buraya yazmayalı. Daha doğrusu kusmayalı. İnsan büyüyor lan. Yani gerçekten büyüdükçe susuyor, yazı yazmıyor, tahammülsüz oluyor, idealizmini yitiriyor. Blogu aklıma getiren moradiography arqaaş oldu (dolaylı yoldan morfan’dan başka arkadaşlar daha doğrusu). Bir gece sabaha kadar eski günlerin hesabını tuttuk, dedikodusunu yaptık. Sonra buraya baktık. Şimdi olsa yazamayacağım şeyler yazmışım o vakitler. Ne bileyim, sanki 15 yaşım sivilceli sivilceli karşıma gelse “İstediğin bölümü kazanamadın, devrimci oldun, Ankara’da okuyon, ha bi de hayatın bok gibi” falan mı derdim acaba? Yok lan. 15 yaşım “Canım kilo almışsın yha.s.s” derdi, ben de “Eyvallah” diyip tebrik ederdim bence. Velhasıl kelam, insan bazen hayret ediyor. 2008’den bu yana sanal alemden konuştuğun can ciğer arkadaşlarınla reelde tanışıyorsun, o insanlarla kapılar açıldığında ayaklarını kıçına vura vura koşarak Travis konserinde Fran’in önüne barikat kuruyorsun ve “YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA!!1” falan diyorsun. Tamam son kısım olmadı ama Turn’de, Closer’da ya da ne bileyim My Eyes’ta çıldırıyorsun. Fran zaten seyircilerin arasına dalıyor, arkadaşın biriyle “Hemşerim nörüyon?” kıvamında bir samimiyet içerisinde, sen de adi bir metrobüs sapığı gibi adamın terli kolunu elliyorsun falan. Yakışır mı güzel kardeşim? Avrupalı moradiography arqaaşa bak, şaşkınlığını insan gibi vücuda getiriyor. Bize yakışmaz heval. Üslup! Efendim, bu olayların debdebesinden arta kalan, özçekimlere konu olacak mutluluğumuz, aldığımız (benim alamadığım) setlistler, penalar; Side’ın nakaratında söyleyemediğimiz “endısıkaynınınınınınindıadasayd” kısmı ve konserde herkesin bir bütün halindeki hareketleridir. Bu mefkûre hali öyleydi ki, bir direniş, bir başkaldırı yahut da bir işgal olsa belki halkta bu derece tesirli olmayabilirdi. Velhasıl, o gün insanlar sanki zaruri bir yağmurdan beslenerek dudaklarıyla ab-ı hayatı içmişlerdi. Bu ab-ı hayat rengini Francis Healey adındaki mübarek sakallı insanın engin lakin minik gözlerinden almıştı. Yüce Rabb hay ağzını yediğimin adamına cennette güzel yerler sağlasındı. Onun varlığıyla bu dünya, bu evren u feza ne bahtlı, ne de güzeldi. İnsana her zaman elem yazdırmıyor. Zaten insan sadece elemden yazsa, bu psikolojik bir tedavi biçimi olarak güzide akademilerimizin psikoloji kitaplarında kendine yer edinebilirdi. Yazmak, sadece hayata attığımız bir çimdik, bir “ben buradayım” çabası değil (bunu Facebook dürtmesi olarak algılayabilirsiniz). Aynı zamanda evrende klavyemizin tıkırtıları sürekli yankılansın diye de yazar insan. Şayet bilim yanılmışsa, bu tıkırtılar kayboluyorsa çok pis söveceğim. Evrene imzamı atmak istiyordum ulan? İlla bir mektup yazıp uzayın derinliklerine yollamak ve mektubu bir Rus astronotun bulmasını ummak mı lazım? Üstelik PTT götürür mü? Mars’ta arsaların dönümü ne kadar? Bunlar önemli sorunsallar. Ben de özlediğim için yazıyorum. Çok şey birikti, aynı sularda iki defa yıkanamayacağını bilen biri için hele, gerçekten çok. Konuşmadığımız şeyleri konuşmaya, içimi döküp psikologa para vermemeye karar verdim. Salak mıyım ayol. Bir yandan da Travis’e dair şirinlikleri aklıma getirdim: Yağan dolunun beni nasıl dövdüğünü, taksiden inip 75634957 kilometre sonra mekanı bulabildiğimizi, kapıdaki kodaman görevli ağabeyimizi falan işte. Mayoz bölünüp sürekli her şeye koşturmaktansa biraz sakinleşip buraları özlediğimi belirtmenin daha anlamlı olacağını fark ettim. Bilemedim. Sevgiler.

20 Haziran 2014 Cuma

19 haziran 2014 - Travis Konseri

Başlık size konunun özetini belirtmiş bulunuyor blog severler:)
Yorucu, bıkkın temalı yazılarımdan sıkıldınız. Okuldan, işten ve insanlarda aynı şekilde..
Summer is coming deyip meydanlara çıkma vakti gelmişti. Nerede güzel etkinlik, olay var oraya gitmeli dedi bir kısım insan. İşte onlardan biri benim, canımı sıkacağıma cebimdeki üç kuruşu sıkıp sokaklarda yorulmayı sevdim bu dönemlerde. One Love Festival'den isim falan tanımadan gittim, ortamının ferahlığı yani insanların rahatça takılması hoştu ama memleketimin insanları hipster olmaya çok özeniyor, yapmayın anam olmuyor bir Glastonbury değil ki hava atıyorsun. Oh Land tatlıydı bak ona şahit oldum, atlayıp insanlara karışmış bunlar güzel detaylar. Neyse.

Travis....

Çok özel ve dört kişilik, İskoç tatlı mı tatlı bir grup yıllardır kulağımın pasını siliyor, memlekette onu seven ne çok varmış dün gece buna tanık olduk. Black box denen bir yerde idi giderken yağmur bastırdı rezil olduk, şanslı olanlar şemsiyesini kapıpta gelmişti. Şemsiyelerle gelmelerinin nedeni yağmurdan ziyade Why does it always rain on me?' dir ama neyse.
Saatlerce bekledik, arkadaşlarla en önde koşarak yerimizi aldık. Mekan tıklım tıklım doluydu,tribününe kadar. Francis çıkınca çığlıklar falan filan. Setlist'i alan tatlı bir arkadaşımın izniyle fotoğrafını da koyacağım. Neyse. Neşeli başladı işte çaldılar falan, Douglas çok karizmaydı o deri ceketle terden kudurmuş olmalı ama karizmasından ve sırıtışından konserin sonuna kadar ödün vermedi adam. Ne tatlı birşeysin sen! Utanmazsa hayatımda ilk kez bir adama öpücük attım ve bana sırıttı.
Andy'de kendinden geçti çoğu şarkıda solo atarken, mikrofon ve gitarı ağlattı. Oda yetmedi amfilere çıktı zıpladı. Ulan az mı bağırdım sana bir pena at bi bak bi sırıt diye sesim kısıldı senin yüzünden. Neil aralarında en cool'u tabisi, ben çalarım davulumu dedi arada oda sırıttı.
Turn benim favori şarkım, en iyi performans ona aitti. Flowers in the window'da o bilindik, sahne önünde dört kişi yanyana geldiler ritimle söylediler, söylettiler.
Side, Love will come throught'ta hoştu ama. Happy'de çok neşeliydik adı gibi, sözleri pek aklımda değildi sallayarak söyledim, forgive me guys! Aslında çok tatlı detaylar vardı her şarkıda. En güzel olan ise Travis'in performansı kadar mükemmel olan izleyiciydi. Meğer ne çok şarkı ezbere bilen varmış. O atmosfere Fran bile şaşırdı. Bizimle konuştu, uçak fobisine tanık olduk. Millet Closer tiryakisi onu da anladık, zaten benim grupla tanışmama vesile olan şarkıdır.Ş iir okudu içinde fuck up falan geçiyor edepsiz olabilir -18 kitleye sesleniyorum: okumayın. Şakaydı. (Şiirin adı bkz: This Be The Verse - Philip Larkin) Bu şiirden sonra Re-offender'a giriş yaptı zaten ooo yeah çığlıklar vesaire. Ne tatlı bir şarkı oda yahu. Tamam hepsi tatlı, sakin olalım.
Konseri başı kadar sonu güzeldi bi kere, şemsiyeler açıldı, herkes ağlamaklı hale geldi sona geldiğimizin farkındaydık ama itiraz edemedik çünkü gönlümüz doymuştu.

Bu konser benim beklentimin çok çok üstünde olmuştu ve daha fazlasını istemem artık (Yıllar sonra gelen not: 2018 yılında Travis ve Massive Attack konserini en önde izledim!) Yetmiyoooor. Kaçıranlarla umarım gene tatlı bi' vakitte denk geliriz.
Not: Francis var ya, benim tam önüme atladı eline dokunma şeresfine ulaştım, sonra şanslı bir arkadaşım adı da Erman'dır delicesine susamış gibi Fran'e sarıldı. Fran şaşkındı, yazarlarımızdan biri ise ağlıyordu mutluluktan :)

12 Haziran 2014 Perşembe

ben hiç yazamıyorum ya!

canım met'e sevgililililerle.
sadece özel günlerde dinlediğim mabel matiz ile birlikte size bu yazıyı tüm içtenliğimle yazmak istedim. hayatımın son 1 senesini mabel matiz'i sevsem mi sevmesem mi bilememekle geçirdim. bu yüzden sadece özel günlerde* dinlemeye karar verdim. demeye getirdiğim; bunu düşünmeye zamanım çok oldu. kafamı başka bi' şeyle doldurmaya değecek şey bulamadım değil. zaman zaman çok büyük hatta kafamı yedirtecek şeyler oldu. sonra serdar ortaç mıdır mor ve ötesi midir bilemedim kavram karmaşasına girdim.
değişimlerin bir anda olmadığını kendimde çok iyi gözlemleyip aynı zamanda aşırı sabırsız biri olarak, mutsuzluğun, heyecanın tüketimin sınırını şuan bi çoğumuzun nokta olarak gördüğünün farkındayım.
Ben de dahil artık insanların birbirlerine selam vermediği, gülümsemediği, konuşmadı, her olaya sinsice yaklaştığı dönemlerdeyiz. daha geçen hafta yolda arkadaşımı görüp konuşmamak için telefonuma bakmış olabilirim. ya da telefonu açmamak için uyuyormuşcasına numaralar da çevirebilirim. HEPİMİZ İNSANIZ!
yazıya başlarken içimde çok güzel duygular vardı, yine olmadı. yine yazamadım. alakasız alakasız konular noktalar virgüller de havada uçuşuyo. bu blog eskiden çok klas idi. hey gidi günler met'e tekrar sevgiler.

*muhteşem yüzyıl finali :(

--yolda telefona bakma olayını yapmadım.evet.

9 Ocak 2014 Perşembe

gecenin ikisine doğru

Bu sefer yeni yıl dileklerinde bulunmayacağım. Kendim içinde bulunmadım zaten. Her sene diledim de ne oldu ama umut etmek güzel şey değil mi?
Finaller is coming. Umrumda bile değil ama o uykusuz geceler..
Karanlık bir odada yazmak zor oluyormuş klavye tuşlarına basarken zorlanıyorum.
Ben niye cümle cümle gidiyorum bilemem, demin uykum tutmadığı için Garden State filmini izledim.Benim gibi biri için geç kalınmış bir film olduğu açık ama durağan.
Peki ya şimdi ne yapacağız?
Bu zamandaki sorunum şu ki kendimi acayip derecede sıkışmış hissediyorum. Aylardır yazmıyordum, yazmaya üşenir, düşünmemeye beynimi paslatır oldum. Hiç iyi olmuyor blog hiç, burdan diğer yazarlar sene içinde görür belki onlara selam yolluyorum en kinayelisinden.Meydanı bana bırakıp gittiler ya la..