11 Temmuz 2014 Cuma

Merhaba.

Sanırım yıllar oldu buraya yazmayalı. Daha doğrusu kusmayalı. İnsan büyüyor lan. Yani gerçekten büyüdükçe susuyor, yazı yazmıyor, tahammülsüz oluyor, idealizmini yitiriyor. Blogu aklıma getiren moradiography arqaaş oldu (dolaylı yoldan morfan’dan başka arkadaşlar daha doğrusu). Bir gece sabaha kadar eski günlerin hesabını tuttuk, dedikodusunu yaptık. Sonra buraya baktık. Şimdi olsa yazamayacağım şeyler yazmışım o vakitler. Ne bileyim, sanki 15 yaşım sivilceli sivilceli karşıma gelse “İstediğin bölümü kazanamadın, devrimci oldun, Ankara’da okuyon, ha bi de hayatın bok gibi” falan mı derdim acaba? Yok lan. 15 yaşım “Canım kilo almışsın yha.s.s” derdi, ben de “Eyvallah” diyip tebrik ederdim bence. Velhasıl kelam, insan bazen hayret ediyor. 2008’den bu yana sanal alemden konuştuğun can ciğer arkadaşlarınla reelde tanışıyorsun, o insanlarla kapılar açıldığında ayaklarını kıçına vura vura koşarak Travis konserinde Fran’in önüne barikat kuruyorsun ve “YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA!!1” falan diyorsun. Tamam son kısım olmadı ama Turn’de, Closer’da ya da ne bileyim My Eyes’ta çıldırıyorsun. Fran zaten seyircilerin arasına dalıyor, arkadaşın biriyle “Hemşerim nörüyon?” kıvamında bir samimiyet içerisinde, sen de adi bir metrobüs sapığı gibi adamın terli kolunu elliyorsun falan. Yakışır mı güzel kardeşim? Avrupalı moradiography arqaaşa bak, şaşkınlığını insan gibi vücuda getiriyor. Bize yakışmaz heval. Üslup! Efendim, bu olayların debdebesinden arta kalan, özçekimlere konu olacak mutluluğumuz, aldığımız (benim alamadığım) setlistler, penalar; Side’ın nakaratında söyleyemediğimiz “endısıkaynınınınınınindıadasayd” kısmı ve konserde herkesin bir bütün halindeki hareketleridir. Bu mefkûre hali öyleydi ki, bir direniş, bir başkaldırı yahut da bir işgal olsa belki halkta bu derece tesirli olmayabilirdi. Velhasıl, o gün insanlar sanki zaruri bir yağmurdan beslenerek dudaklarıyla ab-ı hayatı içmişlerdi. Bu ab-ı hayat rengini Francis Healey adındaki mübarek sakallı insanın engin lakin minik gözlerinden almıştı. Yüce Rabb hay ağzını yediğimin adamına cennette güzel yerler sağlasındı. Onun varlığıyla bu dünya, bu evren u feza ne bahtlı, ne de güzeldi. İnsana her zaman elem yazdırmıyor. Zaten insan sadece elemden yazsa, bu psikolojik bir tedavi biçimi olarak güzide akademilerimizin psikoloji kitaplarında kendine yer edinebilirdi. Yazmak, sadece hayata attığımız bir çimdik, bir “ben buradayım” çabası değil (bunu Facebook dürtmesi olarak algılayabilirsiniz). Aynı zamanda evrende klavyemizin tıkırtıları sürekli yankılansın diye de yazar insan. Şayet bilim yanılmışsa, bu tıkırtılar kayboluyorsa çok pis söveceğim. Evrene imzamı atmak istiyordum ulan? İlla bir mektup yazıp uzayın derinliklerine yollamak ve mektubu bir Rus astronotun bulmasını ummak mı lazım? Üstelik PTT götürür mü? Mars’ta arsaların dönümü ne kadar? Bunlar önemli sorunsallar. Ben de özlediğim için yazıyorum. Çok şey birikti, aynı sularda iki defa yıkanamayacağını bilen biri için hele, gerçekten çok. Konuşmadığımız şeyleri konuşmaya, içimi döküp psikologa para vermemeye karar verdim. Salak mıyım ayol. Bir yandan da Travis’e dair şirinlikleri aklıma getirdim: Yağan dolunun beni nasıl dövdüğünü, taksiden inip 75634957 kilometre sonra mekanı bulabildiğimizi, kapıdaki kodaman görevli ağabeyimizi falan işte. Mayoz bölünüp sürekli her şeye koşturmaktansa biraz sakinleşip buraları özlediğimi belirtmenin daha anlamlı olacağını fark ettim. Bilemedim. Sevgiler.

Hiç yorum yok: