11 Temmuz 2014 Cuma

aslında.

yazmak istediğim çok fazla şey var. anlatmak ve haykırmak istediğim şeyler o kadar çok ki şu an kağıda dökmeye başlasam mezuniyet tezimden sonra ancak bitiririm sanırım (tez yazmaya başlamama 1 yıl var). fakat artık eskisi gibi yazamıyorum. cümle kuramıyorum. yazdıklarıma ruh katamıyorum. çünkü katabileceğim bir ruha sahip değilmişim gibi hissediyorum. ruhsuz yaşıyorum. yaşlanmış gibi hissediyorum. çürümüş gibi.
hayatımdan sıkıldım. Avrupa'daki hayatımdan nefret ediyorum. birkaç aydır İstanbul'dayım ve burada gerçekten iyi hissediyorum. insanın iyi hissetmesi için gereken şeyler oturmuş bir düzen, iyi bir eğitim ve sağlık sistemi vs. değil yani evet. çünkü ben bunları istemiyorum. ben huzur istiyorum. bana iyi gelen insanlarla aynı şehirde yaşamayı istiyorum. ben Kadıköy-Beşiktaş vapurunu istiyorum. sabahları taze simit yemek istiyorum. otobüs şoförüne 'abicim' demek istiyorum. sokaklar cıvıl cıvıl, her yer gürültülü olsun istiyorum. yemeğimi yedikten sonra 'çay ikramımızdır efendim' cümlesini duymak istiyorum.
ben basit şeyler istiyorum aslında. basit yaşamak istiyorum.

ben artık sevdiğim insanla(rla) aynı ülkede olmayı istiyorum.
mesafenin bana kaybettirdiklerinden bıktım.

burada kalmayı istiyorum.
çok mu?

tekrardan hoşbuldum. erasmus. travis.

en son 29.07.2012'de yazmışım bu sayfaya. dile kolay, 2 yıl olmuş neredeyse. bu zaman içerisinde 'sıradan bir genç'in hayatında neler olabilecekse aynılarını ben de yaşadım. üniversiteli oldum. sevgilim oldu. ailevi sorunlar. parasızlık. depresyon. aklınıza gelebilecek her şey.

şimdi biraz eski zamanlara gidelim. biz kimdik? bizi tanıyanlar biliyor durumu, tanımayanlara da şöyle bir özet geçeyim: bu blogun yazarları ve blogun yazarı olmayan daha birçok kişi mor ve ötesi aracılığıyla tanıştılar. vakti zamanında daha hepimiz epey ufak, baya çocuk, azcık da ergen iken, mor ve ötesi fan forumuna üye olduk. o forumdan güzel arkadaşlıklar, dostluklar çıktı. farklı şehirlerden hatta ülkelerden insanlar bir araya geldi, kaynaştı. bu anlattıklarıma bir 6 yıl olmuştur en az. altı yahu!

peki, biraz şimdiye gelelim. biz kimiz?
biz hala çok iyi insanlarız bir kere. hala çok iyi arkadaşlar çok güzel dostlarız. büyüdük. baya büyüdük. kimimiz mezun oldu, kimimiz mezun olmak üzere, evlenenimiz bile var ki!

ben evlenmedim hayır. mezun da olmadım. antropoloji bölümü 2. sınıf öğrencisiyim. ve 2. yılımın ikinci dönemini erasmus vasıtasıyla İstanbul'da geçirdim. erasmus bitti ama ben hala İstanbul'dayım. çünkü Avusturya'ya geri dönmem için yeni eğitim ve öğretim yılının başlaması haricinde bir sebebim yok. ailem var tabii, ama hayatımın hiçbir döneminde ailesini çok özleyen bir insan değildim. sırf bu yüzden insan olmadığımı düşünenler var. ama ben gerçekten insanım.

gelelim travis'e. mor ve ötesi forumundan tanışan insanların müzik zevkleri bir aşağı iki yukarı üç sola dört sağa aynıdır. travis, coldplay, muse, beirut, sakin, redd vs dinleyen insanlarız hepimiz. müzik zevkimiz iyidir yani. aramızda daha önce travis'i canlı dinlemiş olan arkadaşları saymazsak birkaçımız için ilk travis konseriydi 19 Haziran İstanbul Black Box konseri. öncesiyle sonrasıyla olağanüstü güzel bir gündü. sahnenin en önünde oluşumuz (Fran'in önündeydik), Fran'e dokunma fırsatınızı yakalayışımız (aslında dokunmak değil, ellemek) hatta bir arkadaşımızın Fran'e sarılışı (Fran de sarıldı tabi), hatta ve hatta Fran'in bu arkadaştan twitter hesabında dahi bahsetmesi ve daha fazlası hayatımda asla ama asla unutmayacağım şeylerden sadece birkaçı.

bu yazıyı bundan 2 yıl önce yazıyor olsaydım konser öncesi buluşmamızdan konser sonrası otobüslere binişimize ve hatta daha sonrasına kadar en ince detayları bile belirtirdim. ama artık yazamıyorum. artık güzel cümleler kuramıyorum. o yüzden bu birkaç satırla idare etmenizi rica ediyorum sizden.

not: konseri ve İstanbul'u güzel kılan herkese teşekkür ederim. şimdilik buralardayım ama emin olun geri döndüğümde de unutmayacağım hiçbirinizi.


Merhaba.

Sanırım yıllar oldu buraya yazmayalı. Daha doğrusu kusmayalı. İnsan büyüyor lan. Yani gerçekten büyüdükçe susuyor, yazı yazmıyor, tahammülsüz oluyor, idealizmini yitiriyor. Blogu aklıma getiren moradiography arqaaş oldu (dolaylı yoldan morfan’dan başka arkadaşlar daha doğrusu). Bir gece sabaha kadar eski günlerin hesabını tuttuk, dedikodusunu yaptık. Sonra buraya baktık. Şimdi olsa yazamayacağım şeyler yazmışım o vakitler. Ne bileyim, sanki 15 yaşım sivilceli sivilceli karşıma gelse “İstediğin bölümü kazanamadın, devrimci oldun, Ankara’da okuyon, ha bi de hayatın bok gibi” falan mı derdim acaba? Yok lan. 15 yaşım “Canım kilo almışsın yha.s.s” derdi, ben de “Eyvallah” diyip tebrik ederdim bence. Velhasıl kelam, insan bazen hayret ediyor. 2008’den bu yana sanal alemden konuştuğun can ciğer arkadaşlarınla reelde tanışıyorsun, o insanlarla kapılar açıldığında ayaklarını kıçına vura vura koşarak Travis konserinde Fran’in önüne barikat kuruyorsun ve “YAŞASIN DEVRİMCİ DAYANIŞMA!!1” falan diyorsun. Tamam son kısım olmadı ama Turn’de, Closer’da ya da ne bileyim My Eyes’ta çıldırıyorsun. Fran zaten seyircilerin arasına dalıyor, arkadaşın biriyle “Hemşerim nörüyon?” kıvamında bir samimiyet içerisinde, sen de adi bir metrobüs sapığı gibi adamın terli kolunu elliyorsun falan. Yakışır mı güzel kardeşim? Avrupalı moradiography arqaaşa bak, şaşkınlığını insan gibi vücuda getiriyor. Bize yakışmaz heval. Üslup! Efendim, bu olayların debdebesinden arta kalan, özçekimlere konu olacak mutluluğumuz, aldığımız (benim alamadığım) setlistler, penalar; Side’ın nakaratında söyleyemediğimiz “endısıkaynınınınınınindıadasayd” kısmı ve konserde herkesin bir bütün halindeki hareketleridir. Bu mefkûre hali öyleydi ki, bir direniş, bir başkaldırı yahut da bir işgal olsa belki halkta bu derece tesirli olmayabilirdi. Velhasıl, o gün insanlar sanki zaruri bir yağmurdan beslenerek dudaklarıyla ab-ı hayatı içmişlerdi. Bu ab-ı hayat rengini Francis Healey adındaki mübarek sakallı insanın engin lakin minik gözlerinden almıştı. Yüce Rabb hay ağzını yediğimin adamına cennette güzel yerler sağlasındı. Onun varlığıyla bu dünya, bu evren u feza ne bahtlı, ne de güzeldi. İnsana her zaman elem yazdırmıyor. Zaten insan sadece elemden yazsa, bu psikolojik bir tedavi biçimi olarak güzide akademilerimizin psikoloji kitaplarında kendine yer edinebilirdi. Yazmak, sadece hayata attığımız bir çimdik, bir “ben buradayım” çabası değil (bunu Facebook dürtmesi olarak algılayabilirsiniz). Aynı zamanda evrende klavyemizin tıkırtıları sürekli yankılansın diye de yazar insan. Şayet bilim yanılmışsa, bu tıkırtılar kayboluyorsa çok pis söveceğim. Evrene imzamı atmak istiyordum ulan? İlla bir mektup yazıp uzayın derinliklerine yollamak ve mektubu bir Rus astronotun bulmasını ummak mı lazım? Üstelik PTT götürür mü? Mars’ta arsaların dönümü ne kadar? Bunlar önemli sorunsallar. Ben de özlediğim için yazıyorum. Çok şey birikti, aynı sularda iki defa yıkanamayacağını bilen biri için hele, gerçekten çok. Konuşmadığımız şeyleri konuşmaya, içimi döküp psikologa para vermemeye karar verdim. Salak mıyım ayol. Bir yandan da Travis’e dair şirinlikleri aklıma getirdim: Yağan dolunun beni nasıl dövdüğünü, taksiden inip 75634957 kilometre sonra mekanı bulabildiğimizi, kapıdaki kodaman görevli ağabeyimizi falan işte. Mayoz bölünüp sürekli her şeye koşturmaktansa biraz sakinleşip buraları özlediğimi belirtmenin daha anlamlı olacağını fark ettim. Bilemedim. Sevgiler.