13 Ağustos 2011 Cumartesi

Röportaj vol. 1.

merhaba sayın fiskos okurları. bahsetmiş olduğumuz gibi bloğumuzda yeni bir köşe açmaya karar verdik. her hafta bir yenisini ekleyeceğimiz bu röportajların ilkini gökçe adlı okurumuzla ben yapacağım. röportaj köşemizin ilk konuğu olduğun için teşekkür ediyoruz sana. bize biraz kendinden bahsetmeni istiyorum öncelikle. gökçe kimdir nelerden hoşlanır, hatta nelerden hoşlanmaz? 

5 kasım 1992'de ankara'da doğdum. doğum tarihimi çok seviyorum. ankara'da doğdum büyüdüm ama hep izmir karşıyakalı oldum annemden ötürü. ilkokul 1. sınıfta ablamın kuzenimden yürüttüğü the offspring ve r.e.m albümleriyle bugün dinlediğim müziklerin temelini atarak hayatımı kurtardım. okuldan sonra annem beni alır atatürk kültür merkezi'ndeki atölyeye götürürdü. o resim yaparken ben akm'nin fantastik binasını keşfe çıkardım. annemin sergileri şimdiye kadar bulunduğum en elit ortamlardı. yine annemden hayvan hikayeleri dinleyerek büyüdüm, çocukluğum sokakta kedi köpek yavrularına bakarak geçti. o zamanlardan beri veteriner olmak istedim. 7. sınıftayken bu yolda lisede sayısal seçeceğime kesin olarak karar verdim. lisede sayısal okudum ve her anını çok sevdim. 10. sınıfta seçmeli ders olarak aldığım grafik tasarım ile o zamanlarda karşıma çıkan hasta, yaralı, ölen hayvanlar kafamda soru işaretleri oluşturdu. 11. sınıfta çok fazla resim çizmeye başladım. 12. sınıfta sınava 1 ay kala kesin olarak benden veteriner olmayacağına, grafik tasarım okumam gerektiğine karar verdim. lysler bittikten sonra 1.5 ay hacettepe grafik tasarımı hedefleyerek öküz gibi çalıştım sonra kazandım. annem iş imkanı falan diye tobb’un sınavına soktu sonra. oradan burs alınca hiç hesapta yokken kendimi tobb görsel iletişim tasarımı’nda buluverdim. bugün itibariyle en sevdiğim şeyler okuduğum bölüm, dinlediğim müzikler, filmler diziler, bir şeyler çiziktirmek, hayvanlar ve yıllardır obsesiflik derecesinde sevdiğim efes pilsen ve avrupa basketbolu.


madem son cümlende en sevdiğin şeylerden bahsetmeye başladın. onlardan devam edelim o zaman. biraz "kültür sanat arşivi"nden söz et bizlere. 

en çok morphine, massive attack, the national ve radiohead dinliyormuşum. Radiohead hakkında konuşmayayım zaten. National’ı dinlemek için o bariton vokal, o melodiler yeter zaten, ama o kadarıyla sınırlı kalmıyor. Yazdıkları sözler inanılmaz etkileyici bir kere. Mesela radiohead yoruyor beni bazen. Thom yorke çok şifreli konuşuyor. National öyle değil ama, her şey olduğu gibi. Bu kadar gerçekçilik bazen üzücü oluyor, ama çoğu zaman rahatlatıcı. Massive attack’i ise mükemmel oldukları için dinliyorum sadece. Röportajcıma bunu yıllardır anlatamadım, ama “massive attack yaylıları” diye bi kavram var bi kere yer yüzünde. onları canlı izlediğim 13 temmuz 2010 akşamı hayatımın en bombastik akşamıydı sanırım. Morphine’i ise aslında son 2-2.5 senedir falan dinliyorum. Bi tasarımcı röportajında “sanatla ilgilenen herkes morphine dinlemeli” demişti. Kimdi hatırlamıyorum ama onu okuduktan sonra birkaç şarkısını indirip elimi verdim, sonra bütün benliğimi kaptırdım. Mark sandman ölene kadar yaptıkları bütün şarkıları dinledim. O kadar çok seviyorum ki bu grubu bahsederken ağlayasım falan geliyor. Mark sandman’ın sesi, 2 telli slide bassları, bariton saksafonları, sözleri; her şeyleriyle mükemmeller. Onun dışında indie ağırlıklı, jazz’dan blues’tan klasik müziğe bi sürü şey dinlerim. 50’lerden 2000’lere kadar olan her şeyi severek dinleyebilirim aslında. 2000 öncesinden kalma severek dinlediğim bikaç hip hop şarkısı bile mevcut. Direk lastfm linkimi versem daha kolay olacaktı sanki. Guy ritchie ne yapsa izlerim, başucu filmi diyebileceğim bütün filmler o adamın elinden çıkmıştır. En başta da revolver. Diğer başucu filmlerimdeyse tom hardy oynamıştır. Onu da guy ritchie’nin rocknrolla’sında tanıyıp hemen hemen bütün filmlerini izledim. Çok “underrated” idi şimdiye kadar. İnception’la biraz dikkat çekti ama the dark knight rises’la insanlara heath ledger’ın jokerine unutturacak görün bakın. Bi de charlie chaplin’e ölürüm. Canım sıkılınca onunla ilgili makale falan okurum o derece. Dizi olarak da bi sürü dizi izledim ama breaking bad ile battlestar galactica’nın yeri apayrı. Battlestar zaten bir efsane. Breaking bad ise her şeyiyle çok farklı bi dizi. Onu izleyerek görüntü yönetmeni olmaya karar verdim ben.


konuşmamızın başından beri çok farklı bir "türk genci portresi" çiziyorsun bizlere. kendini yaşıtlarınla ya da türkiyedeki gençlerin geneliyle kıyasladığında neler düşünüyorsun. vardır elbet rahatsız olduğun yanlar. anlat bakalım.

Yok, çok bi farkım yok bence. Bazı şeylerin farkında olduğumu biliyorum. Biraz acımasızca ama sanırım biraz kötü şeyler yaşamak gerekiyor bunun için. Kendime göre büyük sıkıntılar çektim ben de ailemle birlikte. Dedem “akıllı olup dünyanın kahrını çekeceğine deli ol dünya senin kahrını çeksin.” derdi. Belki de öyle olması lazım. Okuduğum bölümde bizim dönem 4 kızdan ibaret ve bu kızlardan biri daha birkaç ay önce bana ciddi ciddi “ ’merhaba’ nasıl yazılır?” diye sordu. Kendisi çoğu zaman benden daha mutlu. Yaşıtlarımla son zamanlarda aramdaki en büyük fark sınav sistemimize rahatlıkla “ya bi git” diyebilmem oldu heralde. Ben istediğim bölümü, hatta istediğim okulu seçebildim ama herkes yapamıyor bunu. Daha 18 yaşındayım ve hayatı çözmedim ama bugün itibariyle en önemli şey nefes alır gibi yapacağımız bir şey bulabilmek gibi geliyor. Mevcut sistem buna izin vermiyor. Tabii bir de ailemin hakkını vermem gerek. Çocuk yetiştirmek korkutucu bir şey ama onlar altından kalktılar bence. Ablam da ben de serbest büyüdük ama başıboş değildik asla. İnanılmaz fedakarlıklar yaptılar bizi büyütürken. Benim üzerimde gereksiz baskılar oluşturmadılar hiçbir zaman. Benim meşhur “hallederiz” modumu onlar oluşturdu hatta. Eğer ben üniversite sınavına 1 ay kala o zamana kadar verdiğim bütün emekleri bir kenara koyup bambaşka bir yola girmeye cesaret edebildiysem onlar sayesinde. Çünkü başarısız olursam da başarılı olduğum zamanki kadar yanımda olacaklarından emindim hep. Canlarım benim.


hayatının olmazsa olmazlarından konuşuyoruz madem, senin için çok önemli bi yeri olan konuya yani hayvanlara değinmeden olmaz. onlar hakkında ne demek istersin? sence etrafındakiler ya da genel olarak türk insanı yeterince ilgileniyor mu bu konularla.

Benim trafımdakiler ilgileniyor; ama türk insanını geçtim dünya insanı da ilgilenmiyor. Daha yeni kendi blogumda bu konuda içimi döktüğüm uzunca bir yazı yazdım, kimsenin okumasını beklemiyorum gerçi, o yazıyı yarı ağlayarak yazdım ve aynı şeyi gece gece bir daha yaşamaya niyetim yok. Tek söyleyeceğim bana “insan hayatına ne kadar değer veriliyor ki hayvan hayatına verilsin” diye gelmeyin. Yolda bir insan ezildiğinde birileri ambulans çağırıyor, suçlunun peşinden gidiliyor. Yolda bir hayvan ezildiğinde diğerleri de üzerinden geçip gidiyor. Sonuçta hepsi can, zeka seviyesi yaşama hakkını daha değerli ya da daha değersiz kılmıyor.


zaten bir "can"ın derdinde olan, insan ya da hayvan diye ayrım yapmaz. ama var ne yazık bi bunu yapan sözde insanlar da. =) o zaman sana bu konu hakkında daha fazla bir şey sormuyor ve bir diğer vazgeçilmezin olan basketbola geçiyorum. bu soruma "türkiyede sporun durumu nedir" diye cevap verebilir misin? sence neler yapılabilir nasıl destek olunabilir. ek soru olarak da efes pilsenin son zamanlarda başına gelenler hakkında - bkz. isim değişikliği - birkaç söz söylersen seviniriz. 

türkiye'de spor=futbol idi hep. ama bunun değişeceğini tahmin ediyorum. bi kere futbol inanılmaz çirkin. =) sonra bu son yaşanan malum olaylar var. bunlar olurken basketbolda ise istikrarlı bir şekilde çıkıştayız. erkek ve kadın basketboluyla milli takımlarda yakaladığımız çıkış, aldığımız organizasyonlar, kulüplerin yaptığı yatırımlari vs. ilgiyi basketbola kaydıracak gibime geliyor. kadın basketbolunu da sevmiyorum o yüzden o konuda çok söyleyecek bir şeyim yok. ama erkek basketbolunda belli bir seviyeye geldiğimiz aşikar. henüz bir sırbistan bir litvanya değiz ama tabii. ve sson yıllarda baya ulusal basketbol organizasyonu aldık geçen seneki dünya şampiyonası az daha elimizden alınıyordu ama sonunda iyi bir iş çıkardık. dışarıdan gelen çoğu gazeteci organizasyonun kusursuza yakın olduğunu, her çalışanın bütün sorunlara hazırlıklı olduğunu, bütün kolaylıkların sağlandığını söylüyordu. Şimdi euroleague 2011 final four’u istanbul’da ki bilmeyenleriniz, ilgilenmeyenleriniz için euroleague final four’u epey büyük bir olay. O kadar büyük ki ben bu sene bahar aylarına denk gelen almanya stajımı sonraya erteleyip istanbul’a gitmeyi düşünüyorum. kulüp bazında da iyi durumdayız, fenerbahçe açıkçası ülkerspor’un haklarına çöktü biraz ama aydın örs faktörüyle iyi devam ediyorlar. Galatasaray forma skandalının ardından oktay mahmuti’yi başa getirerek iyi bir iş yaptı ama galatasaraylılara bi soluklanmalarını söyleyebilirim. Çünkü Euroleague’de A lisansı almak istiyorlar ve bu bi senelik bir iş değil, ki bu kadar sorunlu bi kulüpte biraz sabretmeleri lazım. Sonuç olarak basketbolumuz iyi yolda ve bu benim canımı sıkıyor. Futboldaki enerjiyi salona taşımalarından korkuyorum. “basketbol seyirciyle güzel” diye bir söz vardır ama ben tam tersini düşünüyorum. =) ama öte yandann dolu salonda maç izlemek de inanılmaz bir şey.kalabalığın enerjisinin bu kadar tat verdiği yer bi basketbol maçları bir de konserler. Efes pilsen’in isim değişikliği konusunda çok sıkıntı çektik, işin aslı epey de yalnız bırakıldık. “Biz”den kastım bir avuç gerçek efes pilsen taraftarı ve artık taraftarla arkadaş olan oyuncular ve bazı kulüp çalışanları. Anadolu efes ismi onaylanana kadar ciddi bir kapanma tehdidi vardı. Basın pek çaktırmadı ama özellikle türk oyuncuların canı çok sıkkındı geçen sezon boyunca. ben okula giderken gelirken tapdk binasının önünden geçmek zorundayım, baya sinir bozucu oluyordu. Sonuç olarak efes pilsen’in ismi nba’e kadar uzanmış bir markaydı. Koca bir nesil basketbolu efes pilsen’le sevmişken “birayı çağrıştırıyor” diye isminin değiştirilmesi sadece haksızlık. Sadece kulüple ilgili de değil sorun, örneğin artık bir gelenek haline gelmiş milli takım hazırlık turnuvası Efes World Cup bu sene Basketball World Cup adıyla oynanıyor. Diğer yanda izmir’de süper toto sponsorluğunda bir hazırlık turnuvası yapılıyor. Anladınız siz. Bi de basketbol demişken YUGOSLAV demezsem içim rahat etmeyecek dedim ve içim rahat etti.


benim gibi sadece "milli maç"larda fanatik kesilenlerin spor anlayışı konusunda tartışmaya girmeden hemen diğer soruma geçmek istiyorum. çook yaratıcı bir soru olduğundan epey zorlanacağını düşünüyorum. : P bundan bi 10 yıl sonra gökçe kızımız nerelerde ne işler yapıyor olur?

1.5 sene önce bu soruyu sorsaydın şu an olduğum şeyden çok daha alakasız bir cevap verirdim. Yani açıkçası hiçbir fikrim yok. Olmasın da zaten. Sanırım huzurlu mutlu olursam o yeterli olur.


o zaman sana, kısa tutmaya çalıştığım sorularıma verdiğin uzun cevaplar için teşekkür ediyor ve seni en zorlayacak olan son soruya geçiyorum. : P blog sayfamız hakkında ne düşünüyorsun sayın fiskos okuru?

kıç gibi. =)

hfdjhfd pislik öyle mi yazıcam bloğa da :d

yaz bana ne. ne biliim işte ya güzelsiniz seviyorum sizi.




ben en çok son cevabı sevdim. samimiyetin doruklarına çıktık çünkü orada. canım benim. gökçe'ye buradan da bir kez daha teşekkür ediyor ve ilk röportajımızı beğeniyle okuyacağınızı umuyoruz.

3 yorum:

Elif Ayvaz dedi ki...

Baya iyi olmuş bu. :))

met. dedi ki...

YUGOSLAV. olay budur :D

G dedi ki...

MEK KRALJICA.

ben de teşşekkür ederim.