21 Ağustos 2011 Pazar

bir sabah seni gördüm, aklın takılmış yine balıklara.

05.40
uyuyamıyorum.
ilk defa bu saate kadar ayaktayım. üstelik kimseyle sohbet etmemiş olmam da önemli bir ayrıntı. sahurun da etkisi olmalı bu durumun varlığında.
oyalandım. didikledim. pencereden baktım. bulutları izledim.
bulutları severim.
sabahın bu saatlerinde büründükleri kül rengi cezbediyor. bulutların ardında hafif sarı-turuncu bir renk var. güneş doğmak üzere. sessizliği dinliyorum.
sonbahar geliyor, evet bu müjdeli haber benim için.
bir ay önce uzun bir yolculuğa çıkmıştım. anladım ki bu saatlerin en değerli sevgilisi yolculuklar, yeniliğe adım atarken bir yeni gün daha geliyor insanın ayağına.
kül rengi yerini pembe tonlarına bırakıyor. ben neden pembeyim diye sormuştu bana biri. bilmiyorum. lambayı kapatmam gerek. bunu biliyorum.
lambayı kapattım. saat 10 sularında annemle hastaneye gitmem gerek, uyku arayacağım. oysa şairlik sırtıma yapışıyor, aç kalan martıların buralara geldiğini duyuyorum, güvercinler çırpınıyor. yine uykusuzum.
serin sabahlar üşütüyor. serin sabahlar düşündürüyor. ben de okul için Ankara'ya gidebilme ihtimalimi düşündüm. fark ettim ki İstanbul'u özleyeceğimi kendime itiraf etmemişim hiç. yine de uzaklaşmak iyidir. iyi gelebilir. belki. "benim hala umudum var" demiş Mazhar Ağabey.
pencereden baktım, baktım. sessiz, ışığı yanmayan evlere ve 24 saat açık fırının camlardan birine yansıyan görüntüsüne. hava temiz kokuyor. hava toprak kokuyor. insanın sonsuzluğunu düşündüm. hiç bitmeyecek toprak ve insanın sonsuzluğu. kopardığımız çiçeğin zamanında bir insan oluşu. evrilmiş insan. kim karşı çıkabilir?
minibüs sesleri geliyor, demek ki saat 6 olmuş.
ölümün geldiği anda ne düşünürüm bilmiyorum ama namütenahi bir denge olduğu malum. sonsuzluk. sonsuzluk. bize ölülerimizden miras sonsuz koku.

Hiç yorum yok: