24 Ocak 2012 Salı

kaşındıran konular.

ocak ayı kanlı bir ay. soğuk. 8 Ocak 1996'da Metin Göktepe'yi kaybetmiştik. geçenlerde Hrant Dink'in 5. ölüm yıldönümü dolayısıyla Agos'a yürüdük. bugün Uğur Mumcu ve Ali Gaffar Okkan'ı andık. neler oluyor?
bir insanın canına kıymak ne derece meşrulaştırabilir ki? cevap verilemeyen sorular, açılmayan davalar, serbest kalan suçlular, sokakta korkular... Hrant Dink var mesela. sevilmiyor milletimizce. güvercin ürkekliğindeydi. vurdular. hepimizden daha vatanseverdi. Fransa'da, Ermenistan'da rahat rahat yaşayabilecekken bir gün köşe yazısında şunları söyledi:

Ne yazık ki artık eskisinden daha fazla tanınıyorum ve insanların "A bak, bu o Ermeni değil mi?" diye bakış fırlattığını daha fazla hissediyorum.
Ve refleks olarak da başlıyorum kendi kendime işkenceye.
Bu işkencenin bir yanı merak, bir yanı tedirginlik.
Bir yanı dikkat, bir yanı ürkeklik.
Tıpkı bir güvercin gibiyim...
Onun kadar sağıma soluma, önüme arkama göz takmış durumdayım.
Başım onunki kadar hareketli... Ve anında dönecek denli de süratli.

....

İyi de, gidersek nereye gidecektik?
Ermenistan'a mı?
Peki, benim gibi haksızlıklara dayanamayan biri oradaki haksızlıklara ne kadar katlanacaktı? Orada başım daha büyük belalara girmeyecek miydi?
Avrupa ülkelerine gidip yaşamak ise hiç harcım değildi.
Şunun şurasında üç gün Batı'ya gitsem, dördüncü gün "Artık bitse de dönsem" diye sıkıntıdan kıvranan ve ülkesini özleyen biriyim, oralarda ne yapardım?
Rahat bana batardı!
"Kaynayan cehennemler"i bırakıp, "Hazır cennetler"e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi.
Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık.
Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi.
Kalacaktık ve direnecektik.
Bir gün gitmek mecburiyetinde kalırsak ama... Tıpkı 1915'teki gibi çıkacaktık yola... Atalarımız gibi... Nereye gideceğimizi bilmeden... Yürüyerek yürüdükleri yollardan... Duyarak çileyi, yaşayarak ızdırabı...
Öylesi bir serzenişle işte, terk edecektik yurdumuzu. Ve gidecektik yüreğimizin değil, ama ayaklarımızın götürdüğü yere... Her neresiyse.

....

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.
Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.
Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.


bir gün geldi, Uğur'ladık ürkek güvercinlerimizi... saçma bir milliyetçilik duygusu hakimdi düşüncelerimize. zaten biz değil miydik tecavüze uğrayan kız kardeşlerimizi öldüren? biz değil miyiz etnisite çukuruna insan gömüp herkesi/fikirleri terörist ilan eden? biz değil miydik daha dün kaçakçı şerefsizleri kurşuna dizip milliyetçi nutuklarla pişkinliğimize su veren?
Hrant savaşacağım dediği için öldü. ben savaşmayacağım. korkmakla alakası yok. artık umrumda değil. mutlu olamıyorum. bu duvarlar beni yiyip bitiriyor.

"Dünyanın uzayda ufacık bir nokta olduğunu gördükten sonra, milliyetçiliğin en aşırı çeşitlerinin nasıl hala ayakta durabildiğini anlayabilmek kolay değil." demiş Arthur C. Clarke.

ben de anlayamadım. belki bir gün güneşten kamaşır gözlerimiz.

Hiç yorum yok: