28 Eylül 2014 Pazar

'gizli depresyon' diye bir şey var mı bilmiyorum ama, bence şu anki durumumun özeti budur.

hani intiharı düşünmezsiniz ama hayatta olmak da bir şey ifade etmiyordur ya. lanet olsun o duruma işte.

27 Eylül 2014 Cumartesi

ölümü dinlemek.

'yıllardır dinlemekten bıkmadığım bir şarkı var' demiş met. arkadaşımız bundan bir önceki yazıda. bir Thom Yorke şarkısı da benden gelsin o zaman. radiohead dinleyen, dinlemeyen herkes bilir bu şarkıyı. radiohead'in 'ne olduğunu' bilmeyenler bile bilir hatta. radiohead'i seven de bilir sevmeyen de bilir. bu grubun az bilinen, kıyıda köşede kalmış şarkılarından birini seçip 'bu şarkıyı çok kişi bilmez, bilmesin de zaten, bize kalsın, sadece biz dinleyelim'cilik yapmaycağım. herkesin bildiği bu şarkıyı kendimce daha farklı sahipleniyorum zaten. o yüzden mainstream olması, hatta radioheadseverler tarafından bile eleştirilmesiyle ilgilenmiyorum. çünkü bu şarkı dünyaya bırakılmış olan en güzel şeylerden biri.

'street spirit'ten bahsediyorum evet. her dinlediğimde-istisnasız her dinlediğimde-ölüyorum. bile bile ölüyorum. her dinlemeye karar verdiğimde kendimi öldüreceğimin farkında olduğum halde dinliyorum. sebebi yok. ya da var bilmiyorum. sadece hissediyorum. iyi veya kötü. hissediyorum. ve hissetmek beni mutlu ediyor.

Yorke bu şarkı için bir röportajında şöyle diyor:


“‘Street Spirit’ is our purest song, but I didn’t write it…. It wrote itself. We were just its messengers… Its biological catylysts. It’s core is a complete mystery to me… and (pause) you know, I wouldn’t ever try to write something that hopeless… All of our saddest songs have somewhere in them at least a glimmer of resolve… ‘Street Spirit’ has no resolve… It is the dark tunnel without the light at the end. It represents all tragic emotion that is so hurtful that the sound of that melody is its only definition. We all have a way of dealing with that song… It’s called detachment… Especially me.. I detach my emotional radar from that song, or I couldn’t play it… I’d crack. I’d break down on stage.. that’s why its lyrics are just a bunch of mini-stories or visual images as opposed to a cohesive explanation of its meaning… I used images set to the music that I thought would convey the emotional entirety of the lyric and music working together… That’s what’s meant by ‘all these things are one to swallow whole’.. I meant the emotional entirety, because I didn’t have it in me to articulate the emotion… (pause) I’d crack…. Our fans are braver than I to let that song penetrate them, or maybe they don’t realize what they’re listening to.. They don’t realize that ‘Street Spirit’ is about staring the fucking devil right in the eyes… and knowing, no matter what the hell you do, he’ll get the last laugh…and it’s real…and true. The devil really will get the last laugh in all cases without exception, and if I let myself think about that to long, I’d crack. I can’t believe we have fans that can deal emotionally with that song… That’s why I’m convinced that they don’t know what it’s about. It’s why we play it towards the end of our sets. It drains me, and it shakes me, and hurts like hell everytime I play it, looking out at thousands of people cheering and smiling, oblivious to the tragedy of it’s meaning, like when you’re going to have your dog put down and it’s wagging it’s tail on the way there. That’s what they all look like, and it breaks my heart. I wish that song hadn’t picked us as its catalysts, and so I don’t claim it. It asks too much. (very long pause). I didn’t write that song.” 

ve Thom, sana bir konuda katılmıyorum. şarkının sonundaki 'immerse your soul in love' cümlesi şarkının havasını öyle bir değiştiriyor ki, her defasında tebessüm ediyorum. çünkü bu lanet olası hayatlarımız aslında o son cümleye bağlı. yani dostum, bu şarkı o son cümlesiyle umut veriyor insana. son ana dek ölüyorsun, için acıyor, ruhun bedenini terk edecekmiş gibi dinliyorsun. ama o son cümle izin vermiyor buna.

şimdi herkes gidip sevdiklerine sarılabilir.

26 Eylül 2014 Cuma

there is no spark

Yıllardır dinlemekten bıkmadığım bir şarkı var, bir de ne zaman okumaya kalksam dayanamayıp kenara attığım bir kitap. Bu ikisi arasında bulunan tezatlık gibi zamanlarım oluyor. Oysa ikisi de gerçek şeylerden söz ediyor, neden dayanamıyorsun? Varoluşçuluğu hiçbir zaman anlama kavuşturamayacağız ya belki de bu yüzden canımı sıkıyordur.


Jean Paul Sartre - Bulantı.

''Delirmekten korktuğunu söylüyor, varoluş, varoluşta küçük mü görüyorsun, duruyor, vücut duruyor, durduğunu düşünüyor, nereden geliyor o? Ne yapıyor? Gidiyor, korkuyor, çok korkuyor, ahlaksız, istek bir sis gibi, istek, tiksinti, varolmaktan tiksindiğini söyledi. Tiksiniyor mu? Varolmaktan tiksinmekten yorgun.''


Bakın birde böyle bir şey varmış. Her ne kadar hayatının yalnız olmadığını ve güzel ritimde devam etsen de bazen darbeler olur ya, hiç ummazsın hani. Başarısızlığını yahut sevgilinden ayrılmanı kastetmiyoruz burada onu geçelim önce. Bunu anlatması zor, anlaması ise hisli. O zaman anlayanlara gelsin. Uzun konuşmayı sevmiyorum. Dinlemeyi tercih edenlere selam olsun. Bugün çok dalgınım dostlar anlayacağınız. Heidinin evreni nerede ki? Nerden geldim lan  ben buraya?


A self-fulfilling prophecy of endless possibility
In rolling reams across a screen
In algebra, in algebra
The fences that you cannot climb

The sentences that do not rhyme
In all that you can ever change
I'm the one you're looking for

It gets you down
It gets you down

There's no spark
You've no light in the dark

It gets you down
It gets you down
You traveled far
What have you found
That there's no time
There's no time
To analyse
To think things through
To make sense

Like candles in the city, they never looked so pretty
By power cuts and blackouts
Sleeping like babies

It gets you down
It gets you down
You're just playing a part
You're just playing a part

You're playing a part
Playing a part
And there's no time
There's no time
To analyse
Analyse, analyse... Thom Yorke.


15 Eylül 2014 Pazartesi

beyaz kale.



Uyan
Önünde dalgalarla açtığın deniz
Ne ilk ne ayrı olduğun, bu gün şu an biziz
Bekliyorum gel, bekliyorum gel

Açıl
Sihirli sandığında her ne varsa ver
Şu gizli aşkı söylesem dilimde tüy biter
Özlüyorum gel, özlüyorum gel

Başkası olsa senden yana durmaz
Gel gelelim ben, her tavrına hayran
Doğruya eğri ve eğriye doğru diyorum
Ne yapsam olmuyor denenmemiş biterken
Aklım almıyor kalbinde bir yer aç
Vaktimiz az ya içimde patlıyor

Kader
Mühürlenirken alnımızda çizgiler
Beraber ufku seyreder ve belki ölmeyiz
İstiyorum gel, istiyorum gel

Başkası olsa senden yana durmaz
Gel gelelim, ben her tavrına hayran
Doğruya eğri ve eğriye doğru diyorum
Ne yapsam olmuyor denenmemiş biterken
Aklım almıyor kalbinde bir yer aç
Vaktimiz az ya içimde patlıyor.

Muhayyel olmak, mükemmel olmak

Başkası olsa senden yana durmaz
Gel gelelim, ben her tavrına hayran
Doğruya eğri ve eğriye doğru diyorum
Ne yapsam olmuyor denenmemiş biterken
Aklım almıyor kalbimde bir yer aç
Vaktimiz az ya içimde patlıyor.

Ars Longa'nın 'beyaz kale' adlı bu şarkısı için söyleyecek pek çok şey var aslında ama şarkı kendini anlatıyor zaten. Ars Longa için söyleyebileceğim şey ise aynen şu şekilde.



dinleyiniz efendim. yağmur kokusunu duyana kadar, toprağı hissedene kadar dinleyiniz.


edit: yalın ayak ayrı yazılır. tweet'i yolladıktan sonra fark ettim bu hatamı. kusura bakmayınız.

14 Eylül 2014 Pazar

çok ama.

Tam ortasindayim yolun. Ya da degilim. Bana oyle geliyo, cunku gecen hafta hep yuzyuze oldugum 3 insan icin kucuktum. Parmakla sayilacak kadardi yasim onlar icin. Yukum fazla, diyemedim,diyemem. Cunku nerden bileyim ben diger insanlar ne yasadi? Belki benden daha agir seyler yasadi. Hayir, saygisizlik olur bu. Ama yine de yetti. Cok. Bu kadar noktayi art arda kullanmaya acele edecek kadar cok. Kusana kadar cok susacagim iste. Ama en sonunda kusacagim.

13 Eylül 2014 Cumartesi

ah ya!

bulanık kafam.

en çok yazmaya ihtiyaç duyduğum anlardan biri şu an ama yazamıyorum. Oysa kafamdan milyonlarca kelimeler geçiyor. Hiçbirini toparlayamıyorum. Toparlanınca ise bir düş dünyasına çıktığımı görüyorum.Kimselere söylemediklerimi, sessiz çığlıklarımı içime gömüyorum. Beynimde yankı buluyor zaman zaman. Bu zaman,bu an evet tamda şimdi yine aynı korkunç senaryoyu yaşıyorum. İnsanın kendi beyninde sıkışıp kalması ne zavallı bir durum aslında.

7 Eylül 2014 Pazar

4 Eylül 2014 Perşembe

eksik şarkı.



gelmiş geçmiş en güzel Türkçe şarkılardandır. bir kez dinlemek yetmez. defalarca dinlemek istersiniz. hele bir de karanlık odanızda, tek başınıza, bedenle aklın farklı yerlerde olduğu bir zaman diliminde dinlerseniz, gelin bana küfredin. çünkü çarpar arkadaşlar. fena çarpar.


'sonra bir kalp buldum, benimkini ona koydum..'

3 Eylül 2014 Çarşamba

Kadıköy-Beşiktaş vapuru.

güzeldir.
çünkü Kadıköy'deki Beşiktaş iskelesi de, Beşiktaş'taki Kadıköy iskelesi de diğer iskelelerden daha güzeldir. 
çünkü bu hattın vapurları diğer hatların vapurlarından daha güzeldir. 
çünkü vapurlar ya çeyrek geçe ya da çeyrek kala kalkar. 
çünkü anısı vardır. 
çünkü 'o' vapura binerken siz vapurun kalkmasına bir-iki dakika kala 'o'nun arkasından gitmek istersiniz. işiniz olsa da olmasa da. 

işimin olduğu bir gün, çoktan Taksim'de olmam gereken bir saatte, tam da vapurun kalkmasına saniyeler kala kendimi sorguladım. 

-Yeşim, şu an ne yapmak istiyorsun?
-Yeşim, çabuk ol, şu an ne yapmak istiyorsun?
-Şu an olman gereken yeri unut, şu an olmayı istediğin yer neresi Yeşim?
-YEŞİM, HADİ!

akbili - elim ayağım titriyordu resmen vapuru kaçıracağımı düşündüğüm için - bastıktan sonra hayatımın en kısa telefon görüşmesini gerçekleştirdim: 'Alo, nerede oturuyorsun?'

olmayı istediğim yerdeydim. vapurun üst katında. onunla. 


o günden sonra Kadıköy'de yaşayan bir Beşiktaş'lı oldum. 

şimdi ise Avusturya'da yaşayan, Kadıköy'ü düşleyen, Beşiktaş'ı özleyenim. 

ne yazık ki. 

Batı aleminin biz Ortadoğululara “teenage” olarak nakşettiği kelimeye tekabül eden zamanlarımdaydım. Sene olarak sour times, kafamda delice dönen “nobody loves me” kısmına eşlik ediyordu. Velhasıl kelam, güzel edebiyatın güzel müziğin keşfedilme dönemiydi. Böylesi vakitlerde televizyonda izlenmeye değer şeyleri bulamazken… ‘zap’… gecenin o saatinde… ‘zap’…donakaldım. Portishead, Roseland, NYC. 1998. Dream TV veriyordu. İnceden güzel bir kadın, sonradan adının Beth Gibbons olduğunu öğrendiğim kadın, sonradan sigaraya başlarken arabesk gecelerime eşlik eden kadın, sonradan ben bu satırları yazar iken kemiklerimi yumuşatan kadın Beth Gibbons, yaylıların eşliğinde “can’t anybody see?” diyordu; o kristal sesiyle, gecenin bir saati, tüm saatleri durdurarak. O an kafamdan milyonlarca parçacık geçtiği yeri yakarak kalbime taarruz etmeye başladı. Sanırım şuursuz olarak dinlediğim ilk şarkı buydu, dur düşünme, peki o yaylılar, düşünme sakın. Kendimi bıraktım. İlahi dinleyen dindar bir kadın gibi, sadece kendimi bıraktım. Tanrım, Virginia Woolf, Hazreti Meryem geri dönmüştü dünyaya, sadece üç dakikalık bir şarkıyı söyleyebilmek için. Şarkının ardından düşünmeye fırsat bulduğum bir an dedim ki, bu kadar güzel söylemesinin nedeni o eski kazağının altına giydiği acılarıydı. Ağladım. Dipnot: Bu yazıyı Portishead bileti kazanmak için yazdım ve elbette tescilli loser (Yeşim'e bakıp gehen gehen şeklinde güldü) olduğum için kazanamadım. Sizinle paylaşayım dedim. Viva la comun!

2 Eylül 2014 Salı

İstanbul.

27 ocak 2014 tarihinden beri İstanbul'dayım. ilk geldiğim zaman sokağa dahi çıkmaya cesaret edemediğim bu şehirde yaşıyorum 6 aydır. sokakları, caddeleri, bazı mekanları, sahilleri, otobüs ve metrobüs duraklarını, tabii ki vapurları, metroyu, yani kısacası birçok şeyi biliyorum artık. İstanbul'da bulunmak ile İstanbul'da yaşamak hatta belki de İstanbul'u yaşamak arasındaki farkı tattım bu 6 ayda. İstanbul'dan öncesi ve sonrası diye ayırıyorum hayatımı. her şey çok farklı. iki hayatım da birbirinden çok farklı. akademik anlamda çok az hatta belki de neredeyse hiçbir şey öğrenememiş olsam da İstanbul bana 'hayat okulu' dedikleri konuda fazlaca şey öğretti. kendime dair bilmediklerimi bile anlattı. kendimle tanıştım, yüzleştim. milyonlarca insanın yaşadığı bir şehirde tek başıma, ailem olmadan yaşamayı öğrendim. yalnız kalmayı, yalnızlığı öğrendim. kalabalık olmayı, insanlarla iletişim kurmayı öğrendim. cesaret etmeyi, bazen de ne yazık ki korkmayı öğrendim. gereksiz yere düşünmemeyi, bazı şeyleri akışına bırakmayı öğrendim. büyük konuşmamak gerektiğini öğrendim. bazı konularda söz vermemek gerektiğini öğrendim. mutlu olmayı öğrendim. biber gazının etkisi nasıl en aza indirilir, polisten nasıl kaçılır, bunu öğrendim. direnmeyi öğrendim. insanları tanıdım, tanımak nedir, bunu öğrendim. hayal kurmanın kesinlikle çok güzel olduğunu, ve hayallerin (altı yedi yıllık hayallerin bile) gerçekleşebileceğini öğrendim. bazı şeylerin bittiğini sandığımız halde bitmediğini öğrendim. anıların güzel, fazla güzel şeyler olduklarını öğrendim. makarnanın aslında aşırı güzel bir yemek olduğunu öğrendim. aslolan şeyin para, lüks bir hayat, zengin bir devlette yaşamak değil de huzurlu hissettiğin yerde uyuyup uyanmak olduğunu öğrendim. simitçi amcalara 50 kuruş fazla verip para üstünü almayınca ne kadar mutlu olduklarını öğrendim. küfretmeyi öğrendim. metrobüste yer kapmayı öğrendim. polislerin yanından elimi yumruk yapıp çenemi kapayıp yürümeyi öğrendim. vazgeçmeyi, tercih yapmayı, bitirmeyi, başlatmayı öğrendim. ne kadar olgunlaştım, ne kadar daha iyi bir insan oldum bilmiyorum ama, kesinlikle büyüdüm.

iyi ki geldim sana İstanbul. iyi ki gördüm her şeyini. güzelliğini, çirkinliğini, zorluğunu, zenginliğini.

henüz gitmedim, ama emin ol geri geleceğim.

teşekkürler!