'yabancı yerli'ler ve turistler yüzünden pek italyan göremedik. hatta sırf bu yüzden pek yabancılık da çekmedik. çünkü etraf almanca, ingilizce, çince, japonca, fransızca konuşan insanlarla doluydu. çünkü 'hepimiz turisttik!'. tamam tamam abartmıyorum.
bileklik ve kitap satan siyahi arkadaşlar mı (siyahi dememde sakınca yok değil mi?) dersiniz - ki resmen zorla satıyorlar; otobüsten iner inmez ilk kazığımızı yedik - greenpeace'ci gençler mi (8 saat aynı yerde durulur mu lan) istersiniz, ne ararsanız var işte. Milano'da 10 15 dakika geçirdikten sonra 'elinde kağıt kalem olan'lardan kaçmaya, siyahi arkadaşlara - kazıklanarak ve ZORLA aldığım - sol kolumdaki bilekliği 'kanıt olarak' göstermeye, greenpeace'cileri dinlemeden (ne yapayım yahu zamanım kısıtlı zaten, başka zaman başka bir yerde..) koşar adımlarla yanlarından uzaklaşmaya başladım. daha doğrusu başladık. babam yanına italyanca konuşarak gelenlere almanca 'anlamıyorum' diye karşılık verdi. fakat Milano'da - nasıl bir eğitim seviyesi bu arkadaş - konuştuğunuz her dile 'çat pat' cevap verebilecek insanlar var. 'aa almanya'dan geliyorsunuz demek?' sorusunun üzerine babam 'daha fazla konuşmayayım en iyisi' bakışı atıp olay yerinden uzaklaştı.
konuştuğunuz her dile çat pat da olsa cevap verenler bir yana, bir de kendini hiç bozmayan, ingilizce de konuşsanız sohbete italyanca devam edenler var. hoş bir tecbrübeydi.
İtalyan erkekler çok yakışıklı..hatlar karıştı. kadınlardan daha güzel giyiniyorlar resmen. ağzım açık izledim. kıyafetleri. çok fesatsınız!
İtalya'ya gidip de oranın mutfağını tatmamak olmaz tabi. fakat benim - daha yola çıkmadan - bir hedefim vardı. orada da dönerci bulacaktım! yoksa içim rahat etmezdi. biraz uğraştırdı açıkçası. hatta bir an umutlar tükendi, 'burada yalnızız..Türk bulamayacağız..' dedik. bunu dedikten birkaç dakika sonra da ilk 'kebapçı'mızı bulduk. sonra ikinci, üçüncü ve dördüncü kebapçıyı da bulduk. fakat o gün döner yemeyecektik. kendimize hakim olduk. yemedik. kebapçı arayışından sonra 'ee Türk yok mu burada hiç nasıl iş bu ya' arayışına girdik. birileriyle sohbet etmeliydik. pizza yemek için girdiğimiz bir restorantta, hemen sağımızdaki masada 'Türkiye Türk'ü vardı. bu kadarını beklemiyorduk. Avrupalı Türkler de yeterdi bize. fakat o gün şanslıydık. konuşmasından ve tipinden İstanbul'lu olduğu anlaşılıyordu. öyleydi işte arkadaşım, bozma şimdi.
Fransa'da yaşayan Türk bir aileyle ayaküstü sohbet ettikten sonra o günkü 'Türk kotamız'ı doldurmuştuk. amacımıza ulaşmış, içimizi rahatlatmıştık. ne diyorum ben ya?
Castello Sforzesco adlı şato, Milano'nun kesinlikle büyüleyici kilisesi, Galleria Vittorio Emanuele II adlı 'kapalı çarşı', La Scala opera binası ve şu an aklıma gelmeyen bir sürü mimari yapı. büyüklüğü karşısında 'Avusturya kadar yahu burası' diye şaşırdığım Sempione parkı (Castello Sforzesco'ya ait) hayatımda bulunduğum en huzurlu yerlerden biriydi. valla ağlamak üzereyim.
pazarı da unutmamalı! zeytininden cevizine, balığından kilo kilo çileğine, ayakkabısından nevresimine şimdiye kadar gördüğüm pazarları en az on bine katlayan 'cumartesi pazar'ı da pek bir güzeldi.
şimdiye kadar Milano kadar temiz bir şehir görmediğimi de belirtmek isterim. ya da ben yanlış yerlerde dolaştım. sokağa çöp atmıyor adamlar! çok ilginç. trafiği de epey sakindi. şoförler pek bir kibar. fakat adım başı polis var. ne ayak?
her neyse. Milano'yu da 'özleyeceğim şehirler' arasına kattım.
TEKRAR GİDECEĞİM.